Çok çok yıllar önceydi. Total futbolun mucidi Marinus Jacobus Michels kısa pantolonlu bir çocuktu henüz. Ardılı Hendrik Johannes Cruijff ise doğmamıştı daha. 1974 Dünya Kupası'nda dönerek futbol oynayan Michels'in Hollandası'nın sahneye çıkmasına çok çok yıllar vardı henüz. Hollanda'nın oynadığı bu oyuna "total futbol" denmesine de.
İşte futbolun bu antik çağında, pire berber, Michels ise çocuk iken, Arjantin'de River Plate tüm zamanların en iyi kadrolarından birne sahipti 1940'ların başında. 30 küsür yıl sonrasının Hollandası gibi dönerek futbol oynuyordu o River Plate de. Oynanan bu futbolun bir adı yoktu "total" gibi, ama bir isim takılmıştı o efsane River Plate'ye. "La Máquina". Bildiğimiz makina yani.
River Plate'nin büyük ustalarından Carlos Desideiro Peucelle'ye göre boşuna değildi takıma verilen bu makina adı: "Birkaç tanesi giriyor, ötekiler çıkıyor, hepsi yükseliyorlar, hepsi iniyorlar." Sanki kendi takımını değil de son gaz giden bir otomobilin pistonlarını tarif ediyordu Peucelle.
O zamanlar en gözde diziliş 2-3-5'ti, bugünün 4-3-3'ü gibi. Sanılır ve beklenir ki River Plate de en modern dizilişle çıksın sahaya değil mi? Değil işte. Carlos Peucelle bir başka yayıldığını söylüyordu sahaya o River Plate'nin: "Hem tahtada hem sahada bizim taktik şemamız 1-2-3-5 değil, 1-10'dur!" Gerçekten de 1970'lerin Hollandası gibi oynuyordu o River Plate. Savunmada oynayanlar ileride görünüyorlardı sık sık. Hücumcuları ise en geride savunma yaparken görmek şaşırtıcı bir şey değildi "makina"da.
Muñoz, Moreno, Pedernera, Labruna ve Lostau. La Maquina ya da River Plate'nın ıslık çalarak oynayan efsane beşlisi.
"Makina"dan yayılan tek ses
Adı makinaydı o River Plate'nin, ama tıkır tıkır çalışan bu ekipten sadece tek bir ses yükselirdi; ıslık. River Plate'nin hücum hattını oluşturan efsane beşlisinin, Muñoz, Moreno, Pedernera, Labruna ve Lostau'nun dudaklarından çıkardı bu ıslık sesi. Çünkü birbirleriyle ıslık çalarak anlaşırlardı River'in bu efsane futbolcuları.
Fuuiittt. Top Moreno'da şimdi. Fuuuittt, hop Labruna'da şimdi top. Fuuiitt, Muñoz'da ilerliyor, ilerliyor. Ve top. Sanki grubun altıncı üyesi gibi büyük sadakatla takip ederdi onları her seferinde duydukça ıslık sesini.
Son ıslık sesini ise tribünlerden yükselen coşkulu ve bağırtılı bir ses takip ederdi: Goooolll. Islıkların ve sahaların efendilerinin futbol senfonisinde bu iki notadan başka bir şey duyulmazdı, arada bir işitilen hakemin düdüğü dışında. Tıpkı geçenlerde bir futbol bilgesinin dediği gibi "hafızalara kazınan" bir takımdı o River Plate.
Sonra? Sonra başka hafızalara kazınan takımlar izledi o River'i. Ajax, Liverpool, Milan ve Barcelona. İlla ki Barcelona. Türkiye'nin kıta sahanlığının çok uzaklarından gelip hafızalarımıza yerleşen takımlardı bunlar.
Bu güzel ülkenin makinaları
Bu güzel ve yalnız ülkede ıslık çalarak anlaşan futbolcular olmadı hiç. Adına "makina" denilen bir takım da. Ama, makina adını hakeden takımlarımız olmadı anlamına gelmemeli bu söz hiçbir zaman. Mesela 1989'da Avrupa'da yarı final oynayarak jübilesini yapan, Jupp Derwall'in kurup elleriyle büyüttüğü Galatasaray. 5-0'lık bir Rizespor maçında üstüste 55 pas yaptığı hafızalardadır o takımın hâlâ. Sonra. Gordon Milne'in Beşiktaş'ı. Bütün takımların nasıl oynadığını çok iyi bilmesine karşın durdurmasını asla bilemediği o takım da gönül telimizi titretir hâlâ. Sonra. Yaratıcısı Fatih Terim'e UEFA Kupası zaferini, "çıkmışken finale, kupayı da alalım bari" rahatlığında söyleten ülkenin en büyük makinası. 1996-2000 yıllarının Galatasaray'ı.
Cüretkâr bir iddia
Şimdilerde ve henüz şimdiden –çünkü sadece 1.5 aylık bir geçmişe sahip- bir takım daha var adını "makinayla" aynı hizada yazdırmak isteyen. Rijkaard'ın Galatasaray'ı bu takım. Evet. Cesaretle cüretkârlık arasındaki çizgide duran bir iddiadır söylemek bunu. Şimdi cüretkârlık çizgisini de net biçimde aşarak daha tuhaf bir şey yapalım. İlk 60 dakikasında kıyasıya eleştirilen Ankaraspor maçı üzerinden giderek test edelim bu iddiayı. Bu, tarih sınavına matematik çalışarak hazırlanmak gibi bir şey aslında. Zor, ama imkânsız değil hiç. Denenmeli bu yüzden.
Galatasaray'ın dezavantajları
Ankaraspor karşısında üç temel dezavantajı vardı Galatasaray'ın. Birinci dezavantaj Rijkaard'ın şablonunda takımın kalbi konumundaki Ayhan Akman'ın eksikliğiydi. İkinci dezavantaj Galatasaray'daki kurgu değişikliğiydi. Üçüncüsü ise Ankaraspor'un teknik direktörü Jürgen Röber'in oyun stratejisi. Bu üçü üst üste konulunca daha ilk beş dakikada belli oldu maçın zorluk derecesinin yüksek olacağı Galatasaray adına.
Şimdi dönüp tek tek bakalım bu dezavantajlara ve Ayhan Akman eksikliğiyle başlayalım lafa. Rijkaard'ın oyun şablonunda Arda Turan'la beraber en önemli iki futbolcudan birisi Ayhan Akman. Akman'ı yaşamsal kılan takımda üstlendiği temel görevler elbette. Mesela defansla forvet arasındaki bağlantıyı sağlamak bunlardan ilki. Mesela Galatasaray'ın temposunu ve uzunluğunu ayarlamak da ikincisi.
Ankaraspor maçında Ayhan Akman'ın görevini Mehmet Topal'a verdi Rijkaard. Aslında her iki futbolcunun attıkları paslara ve pas dağılımına bakınca belirgin bir fark çıkmıyor ortaya. Mesela Kayserispor maçında oyunda kaldığı 77 dakika boyunca tam 9 pas atmış Ayhan Akman Arda Turan'a. Mehmet
Ankaraspor maçında Arda Turan'a attığı pas sayısı ise 13. Demek ki fark orada değil. Başka bir yerde.
Zincirleme ilerleme
Ayhan Akman'ın görünmeyen en önemli görevi takımın boyunu ayarlamak aslında. Çünkü takımdaki en önemli görevi olan topu defanstan forvete aktarmak işini sadece pas vererek gerçekleştirmiyor Akman. Dribbling de yapıyor sıkça. Yaptığı bu dribblinglerin aslında pek görünmeyen bir faydası var takıma. Akman topla ileriye kayınca, Mustafa Sarp da onun kademesine girmek için biraz daha öne çıkmak zorunda kalıyor aslında. Ardından da Sarp'ın kademesine giren Sabri Sarıoğlu veya Gökhan Zan. Böylece takımın boyu biraz daha kısalıyordu bu zincirleme ilerleme sayesinde.
Ankaraspor maçında Mehmet Topal defanstan hücum bölgesine geçişi sadece pasla sağlamaya kalkınca boyu hep uzun kaldı Galatasaray'ın. (Demek ki kaptırma tehlikesi yaşamadıkça topla ilerlemenin bir zararı yokmuş total futbolda.) Galatasaray'ın birinci temel meselesi buydu Ankaraspor karşısında.
Taşlar oynayınca
Geliyoruz ikinci önemli soruna. 10'uncu resmi maçı olan Ankaraspor karşısına çıktığında, ligin üç haftasını yeni devirmişti Galatasaray. Bu, son iki sezonu sol kanat oyuncusu olarak geçiren Arda Turan'ın sadece dokuz maçta forvet arkası oynadığı anlamına geliyordu aslında.
Bu yüzden 10'uncu maçta Arda Turan'ı yeniden sol kanada kaydırıp onun yerine Ralph Elano Blumer'i sürmek radikal bir değişiklik olmasa gerekti. Ama değil işte. Rijkaard'ın bu kurgu değişikliği ciddi anlamda oyununu etkiledi Galatasaray'ın.
Niçin peki? Arda Turan'dan daha az teknik bir oyuncu olduğu için mi Elano? Yok değil. Halihazırda fizik olarak Arda Turan'dan daha az güçlü olduğu için. Bu nedenle top her seferinde ona geldiğinde yapılan sert savunmaya takıldı Elano. (Bir tür Türkiye'deki sert futbolla tanıştı Brezilyalı.) Nitekim oyunda kaldığı süre içinde sadece 29 pas verebilmesi ve bunlardan 16'sında isabet sağlaması da fizik olarak hazır olmadığının kanıtı. (Kayserispor maçında aynı süre içinde Arda Turan yaklaşık 40 pas aktarmıştı takım arkadaşlarına daha çok ayakta kalabildiği için.)
Karşılaştığı ve altından kalkamadığı baskı nedeniyle sağ ve sol kanatla beraber Milan Baros'u yeterince besleyemedi forvet arkası oynayan Elano. (Kanatlarda oynayan Arda Turan ve Abdul Kader Keita'yla önündeki Baros'a sadece ikişer isabetli pas atabildi Elano oyunda kaldığı süre içinde. Oysa ki Kayserispor maçında Arda Turan'ın sadece Baros'a 10 isabetli pası vardı 90 dakika boyunca.)
Zincirleme reaksiyon sonucu ortaya çıkan yeni sorun
Galatasaray'ın bu iki temel sorunu bir başka probleme daha yol açtı. Top üçüncü bölgeye gitmeyince, bu kez etkinlik sağlamak için uzun pas kullanmaya başladı Galatasaray. Özellikle de defans hattı. Ancak Baros, sırtı rakibe dönükken takımını ileride tutabilen bir santrfor olmadığı için bu uzun toplar çoğunlukla geri döndü ve Ankarasporlu futbolcular tarafından toplandı sıklıkla. Böylece Akman'sızlık ve kurgu değişikliği, çarpan etkisiyle daha da zorlaştırdı işini Galatasaray'ın.
Geliyoruz üçüncü dezavantaja. Yani Ankaraspor teknik direktörü Jürgen Röber'in Galatasaray için hazırladığı savaş planına. Oldukça cüretkârdı bu plan. Çünkü yenilmemek üzerine oluşturmamıştı planını Röber, tam tersine Galatasaray'ı yenmek üzerine kurgulamıştı planını. Çünkü şunu çok iyi biliyordu ki Röber, Galatasaray'ı durdurmanın tek yolu, onu yenmekti, yenilmemeye çalışmak değil.
Röber'in alan hâkimiyeti stratejisi
Bu savaş planını ciddi bir stratejiyle harmanladı Röber. Stratejisi şuydu Alman çalıştırıcının: Hücumda sahanın tamamını kullanmak. Yani bir tür alan hâkimiyeti sağlamak. Ankaraspor'un sahanın tamamını kullanmaya dayanan bu stratejisi yüzünden Galatasaraylı futbolcular özellikle defansif kurguda birbirlerinden oldukça uzaklaşmak zorunda kaldılar. (Galatasaray'ın aslında hücum kurgusunu savunma yaparken oluşturduğu dikkate alınınca daha net anlaşılabilir Röber'in stratejisinin önemi.) Bu da zaten yeterince sorunu bulunan Galatasaray'ın oyun kurgusunu, önce savunma ardından da hücumda zaafa uğrattı ciddi anlamda.
Maçın ilk bir saatinin özetiydi bu fotoğraf. Bu süre içinde Ankaraspor daha çok sayıda pozisyon üretti Galatasaray'a oranla. Topla oynama yüzdesinde ise bir parça gerisindeydi Galatasaray'ın Röber'in ekibi. Ama önemli bir şey değildi bu.
Rijkaard'ın ıslık sesi
Sonra? Sonra yedek kulübesinde oturan Rijkaard'dan geldi sahadaki Galatasaray'dan çıkmayan ıslık sesi. Forvet arkasındaki Elano deneyine bir son verip Kewell'u sürdü oyuna Rijkaard. Arda Turan'ı üzerinden sadece 9 maç geçmesine karşın klasikleşmiş forvet arkası pozisyonuna iade etti, sol kanada da Kewell'u sürdü. Bununla da yetinmeyip, Galatasaray'ın sırtı rakibe dönükken top tutabilen tek oyuncusu Shabani Nonda'yı da Baros'la değiştirdi Rijkaard.
Böylece Carlos Desideiro Peucelle'nin dediği şeyin aynısı gerçekleşmiş oldu aslında: "Birkaç tanesi giriyor, ötekiler çıkıyor, hepsi yükseliyorlar, hepsi iniyorlar." Galatasaray makinasını bir saatlik teklemeden sonra çalıştırmak anlamına geliyordu Rijkaard'ın yaptığı bu değişiklik. Keita-Aydın Yılmaz değişikliği ise makinaya biraz daha yağ sürmek.
Böylece çalışmaya başladı Galatasaray makinası. Ve son yarım saatte öylesine bir tempoya çıkardı ki oyunu, rakibini ciddi ciddi yenebileceğini düşünen Röber sarsılarak uyanmak zorunda kaldı gaflet uykusundan.
Her maç üste koyan takım
Geliyoruz en temel iddiaya, "bir makinadır artık Galatasaray"a yani. Dört lig maçını dikkate alınca ortaya çıkan çok net bir şey var: Her maç üste koyuyor Galatasaray. Her maç daha da iyileştiriyor rakamlarını her alanda.
Mesela. Galatasaray en hızlı Ankaraspor maçında paslaştı bu sezon. Kayserispor maçında topun kendisinde olduğu her 3.05 saniyede bir pas yapan Galatasaray, bu rakamı ilk kez üç saniyenin altına düşürdü, her 2.93 saniyede bir pas yaparak. Üstelik bunu neredeyse bir saatini çöpe attığı bir maçın son 30 dakikasındaki performansla gerçekleştirdi Rijkaard'ın öğrencileri.
Mesela. Kayserispor karşısında her 3.96 saniyede bir isabetli pas yapan Galatasaray bu rekorunu 0.37 saniye daha da geliştirdi Ankaraspor maçında. Mesela. Ligde en az top kaybını Ankaraspor maçında gerçekleştirdi Galatasaray. Mesela. İsabetli pas oranını ilk kez yüzde 81'e çıkardı Galatasaray ligde. Mesela. En çok pası Ankaraspor maçında verdi Galatasaray. Mesela. Topla en çok bu maçta buluştu.
Her şey, evet her şey, bir ayin yaparmışcasına oynanan futbol sayesinde oldu.
Bir semah coşkusu, tadı ve hızındaki o son yarım saatteki inanılmaz tempo sayesinde gerçekleşti bütün "en"lerin hepsi.
Matematik bitti, ayin de, sırada tarih var
Bunca matematikten sonra şimdi dönebiliriz tarihe. Çanakkale'de çıkarma yapan müttefiklerin en son ümidini söndüren son büyük çarpışma Conk Bayırı'nda gerçekleşti 10 Ağustos 1915 sabahında. 8. Tümen komutanı Galatasaraylı Ali Rıza Sedes'in komutasındaki askerler Anafartalar Grup komutanı Mustafa Kemal'in kamçı işaretiyle atılmışlardı süngüleriyle rakiplerinin üzerine. Dört saat sürmüştü bu kanlı boğuşma. Müttefik Ordusu Başkomutanı General Sir Ian Hamilton, bu kanlı boğuşmayla ilgili şu notu düşmüştü günlüğüne:
"Ağustos'un onuncu Salı günü Türkler şafakla beraber, Conkbayırı'na büyük ölçekte bir taarruz yaptılar. Bu muharebe Conkbayırı'nı tutmak için yapılan dört günlük savaşın en şiddetlisi olmuştur. Zamanımızın teknolojisinin hazırlamış olduğu silahların hepsini ellerinden atarak, hasımları ile boğaz boğaza dövüşen erlerimizin yanına generaller de katıldılar. General Collie, Cooper ve Baldwin bugün ölenler arasındadır. Türkler birbiri ardınca "Allah Allah" haykırışlarıyla gerçekten pek yiğitçe saldırdılar ve savaştılar. Bizim erlerimiz de ırkımıza has olan sebat ve metanet ile dövüştüler ve oldukları yerde canlarını verdiler. Bu boğuşmayı yazı ile anlatmak mümkün değildir."
Eğer Jürgen Röber bir futbol günlüğü tutsaydı, General Ian Hamilton'ın kullandığı benzer kelimelerle anlatırdı Galatasaray maçının son yarım saatini. O büyük boğuşmayı.