Geçende fotoğraf editörü arkadaşım Tijen, "Alıştığım mısır tadını o kadar özledim ki! Yediğim mısırların hiçbirinde o tadı bulamıyorum," diye yakınıyordu. Ben de aynı dertten muztaribim. Bu nedenle de bir süredir mısır yemekten vazgeçtim. Çünkü hiç değilse böylelikle yakın zamanlara dek alışageldiğim o lezzetli mısırların tadını damak hafızamda koruyabiliyorum. Eğer birkaç kez daha piyasada satılan mısırlardan yiyecek olsam, modern kısır tohumlardan üretilmiş daha pek çok sebze ve meyvede olduğu gibi, eskisi, damak belleğimden tümüyle silinip gidecek. Ama hayır! Eski mısırların izini sürmeyi bırakmadım. Nerede bir mısırcıyla karşılaşsam, kazanı açtırıp bakıyorum. Eğer mısırlar son derece muntazam sıralar halinde, boncuk gibi, albenili tanelerden oluşuyorsa, boynumu büküp, yoluma devam ediyorum. Çünkü bunlar kısır tohumlardan üretilen yabancı kökenli mısırlar. Yerli, lezzetli mısırlarımızın taneleri böyle muntazam olmazdı. Koçanın uç kısmındaki taneler henüz tam gelişmemişken, sapa doğru olanlar olgunluktan patlamaya başlarlardı. Sıralar da düzenli değildi; koçanların albenisi yoktu. Ne var ki onlar lezzetliydi. İşte o mısırların hasretini çekiyorum. Belki haşlanmış ya da közlenmiş mısır yemiyorum ama hepimizin olduğu gibi, mısır, benim de hayatımın ayrılmaz bir parçası. Gündelik yaşamımızda artık mısır değmemiş hemen hiçbir ürün yok. Hatta yediğimiz tavuk ve kırmızı etlerde bile mısır var; çünkü mısır en iyi hayvan yemi sayılıyor. Dolayısıyla içtiğimiz süt de mısır yiyen besi hayvanlarından sağılıyor. Meşrubat ve hazır pudinglere altın sarısı ya da açık kahverengi tonları veren gıda boyası mısırdan elde ediliyor. Konservelerin içindeki koruyucu sıvıda mısır var. Mısırdan üretilen mısırözü yağı sadece doğrudan mutfakta kullanılmakla kalmıyor, margarinlerin de önemli öğesi. Mısır yağı sabunlarda, mayonez ve salata sosları gibi hazır ürünlerde değerlendiriliyor. Tat artırıcı glütomat da mısır proteininden yapılıyor, böcek ilaçlarında da mısır var.
BEBEK MAMALARI BİLE MISIRLI
Gelelim mısır şurubuna; şeker şurubuna göre çok daha ucuz, daha az tatlı bu şurup bonbon şekerlerinin, ketçap ve hazır dondurmaların ana malzemesi. Meşrubatta, birçok bira çeşidinde, cin ve votkada mısır var. Bebek mamaları bile mısırsız olamıyor. Reçellere, sirke ve mayalara, kabartma tozlarına, akışkanlık sağlaması için sofra tuzuna, pudra şekerine, suda çözülen kahvelere, süttozu ve toz patatese de mısır damgasını vuruyor. Mısır nişastası baş ağrısı haplarından diş macununa, kozmetik ürünlerinden çamaşır tozuna, köpek mamasından kibrite kadar giriyor. Kurutulduktan sonra doğru biçimde saklandığında, mısır, en dayanıklı gıda ürünlerinin başında geliyor. Bir arkeolojik kazıda bin yıllık mısır taneleri bulunmuş. Tesadüfen oradan geçen bir eşek bu tarihi mısırları afiyetle yemiş. Dolayısıyla bin yıllık bir sürecin bile mısırların tadını bozmadığı kanıtlanmış. Mısır, Orta ve Güney Amerika'da en az 10 bin yıldır yetişen bir bitki olduğu halde, Avrupa'ya çok sonraları gelmiş. Kristof Kolomb 4 Kasım 1492'de bugünkü Küba kıyılarına ayak bastığında, onu karşılayan yerli halk kendilerince kutsal sayılan tütün ve yerli dilinde 'mais' denen bir bitkiyi ona armağan etmişlerdi. Bu iki bitki bu sayede Avrupa'ya ulaştı, oradan da dünyanın dört bir yanına dağıldı. Kolomb, 5 Kasım 1492'de geminin seyir defterine şu notu düşmüştü: "Burada geniş tarım alanları var. 'Mahiz' dedikleri bir tür tahıl ekiyorlar. Bunu kızartıp ya da kurutarak yiyorlar. Hoş bir tadı var. Ayrıca öğütüp ununu da kullanıyorlar." Amerika yerlileri türlerin çeşitliliği ilkesine büyük önem veriyor, melezleşmenin önüne geçmek gerektiğini biliyorlardı. Derken 1893 yılında Şikago'daki Dünya Fuarı'nda üstün özellikleri olan bir mısır cinsi büyük ödül kazandı. 'Reid's Yellow Dent' adlı bu mısır kısa sürede bütün Amerika kıtasını fethetti. O günlerde pek farkına varılmadı ama çağımızın büyük bir sorununu başlatan ilk tarım ürünü bu mısır oldu.
GELENEKSEL ÇİFTLİKLER YOK OLUYOR
Reid's Yellow Dent o denli iyi bir mısır cinsiydi ki, öteki mısırların pabucunu dama attırdı ve bunlar ekilmemeye başlandı. Dolayısıyla o türler dünyamızdan yok olup gittiler. Kızılderililerin tek tek türlerin yozlaşmamalarına büyük özen gösterdikleri, Amerikalı çiftçilerin de ıslah ederek korudukları binlerce mısır cinsi tarih sahnesinden silindi. 1922 yılında ilk ticari olarak değerlendirilebilecek hibrid, yani kısırlaştırılmış mısır piyasaya çıktı. 1950'den itibaren de o zamana dek hayal bile edilemeyecek miktarlarda ürün veren kısır tohumlar pazara egemen olmaya başladı. Bugün bütün dünyada 500 milyon ton mısır üretiliyor. Bunun yarısına yakını Amerika'da yetiştiriliyor. 1930'larda önce ABD'de, hemen ardından Kanada'da modern tarım makineleri ortaya çıktığında, bunların çiftçilerin işini kolaylaştıracağı düşünülüyordu. Bugün mısır tarımı sadece makinelerle yapılıyor. Makineli tarımı yapılan birçok üründe olduğu gibi, bu yolla ürün miktarı artırılırken iş yerleri hızla kayboluyor. Geçen yüzyılın başlarında Kuzey Amerika'da toplumun yüzde 90'ından fazlası kırsal kesimde yaşarken bugün halkın yüzde 97'si kentlerde yaşıyor. ABD halkının sadece yüzde 3'ü tüm toplumu besliyor. Büyük miktarlarda gübre ve ilaçlama gerektiren kısır tohumlarla yapılan makineli tarım ancak çok güçlü sermayeye sahip şirketlerin altından kalkabilecekleri bir iş. Dolayısıyla geleneksel çiftlikler hızla yok oluyor. Kısır tohumlar ancak bir kez kullanılabildiği, ertesi yıl bunlardan alınacak tohumlar ürün vermeyeceği için, her yıl dev tohum fabrikalarına büyük paralar ödenmesi gerekiyor. Ne yazık ki geleneksel toplumların çok çabuk modern tarım yöntemlerine geçmelerinin sadece zenginlerin işine yaradığı, küçük çiftçileri ortadan kaldırdığı bir kez daha iş işten geçtikten sonra anlaşıldı. İşsiz kalan köylüler için büyük şehirlere göçmekten başka çare kalmadı. Kızılderililer mısır tohumlarının çeşitliliğini korumayı her şeyin üstünde tutuyorlardı. Günümüzün modern mısır üreticileri ise daha kolay ekildiği, toplandığı ve satıldığı gerekçesiyle tek tip mısırı savunuyorlar. Ancak doğa için tek tip ürün daima felaketler getiriyor. Doğanın gücü çeşitliliğinde ve farklılıklarda. Oysa 1970'lerde 10 bin yıllık kültür bitkileriyle tarımına teknolojik bir yenilik getirildi. Bitkilerin genlerine bakteri, farklı bitki ya da hayvan genleri katılarak onların böceklere, kuraklığa, taşınmaya daha dayanıklı hale gelmeleri sağlandı. Ancak genleri değiştirilmiş organizmalar, kısaca GDO'ların insanlara ve çevreye ne gibi felaketler getireceği henüz yeterince ortaya çıkmadan, 2008 yılında dünyada 125 milyon hektar alanda genleri değiştirilmiş bitkiler yetiştirilmeye başlanmıştı bile. Bizde de GDO Yönetmeliği kapsamında 2010 yılında kurulan Bilimsel Komite'nin ilk icraatı 17 GDO'lu mısır cinsinin 16'sına ithalat izni vermek oldu. Bizde ithal izni çıkan MON 810 adlı mısır çeşidinin Almanya'ya sokulması yasak. Meksika'da da GDO'lu tüm mısır çeşitlerinin kullanımı 1998'den bu yana yasaklanmış durumda. AB ülkeleri içinde Yunanistan ve Polonya da MON 810 cinsi mısır ithalatını engellemeye devam ediyor. Doğrusu bundan birkaç yıl öncesinin mısırlarındaki o olağanüstü lezzeti özlemek bir yana, GDO'lu mısırların istilası altında nasıl sağlıklı bir yaşam süreceğimi, çocuklarımın ve torunumun geleceğini nasıl güvence altında tutabileceğimi bilmiyorum. Yarın öbürgün mısır ve diğer GDO'lu ürünlerin zararları ortaya çıktığında bunun hesabını kim verebilecek? Yitirilen değerler, doğanın dengesi, sağlığımız geri gelebilecek mi? Ben hiç umutlu değilim!.