Hem fincancı katırlarını ürküteyim hem arı kovanına bir çomak sokayım ve çok önemsediğim bir soru sorayım. Soru şu: Acaba bugünkü genç ve güncel edebiyatçıların kültürel donanımı, daha önceki kuşakların donanımından daha ileride denebilir mi? H H H Cevabımı hayır diye verip gerekçelerimi sıralamaya başlayayım. Türkiye, modern edebiyatı Fransa'da öğrendi. Tanzimat kuşağı edebiyatçıları için Fransızca tek dildi. Bazen kendi başlarına, bazen Galatasaray Lisesi'nde bu dili öğrendiler. Ondan öncesinde de Tercüme Odası bu olanağı sağladı. Namık Kemal ve arkadaşları daha çok Paris'e gittiler ve zihinsel donanımlarının olanak verdiği ölçüde o ülkenin edebiyatıyla tanıştılar. Bu kuşak için tek kaynak edebiyat değildi. Tanzimat, 'aydın' denen kimliği keşfetmişti. Dolayısıyla bir o kadar da felsefe okumaya çalıştılar. Birtakım düşünürlerin temel görüşlerini öğrendiler. Şerif Mardin'in Genç Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu isimli kitabı bu kaynakları teker teker tespit eder. Macera devam etti. Serveti Fünun edebiyatçıları, neredeyse Türkçe yazan Fransız yazar ve şairleriydi. Her biri bu sanatçıların, kendisine usta seçtiği yabancı yazarı doğrudan ana dilinde okuyordu. Ürettikleri edebiyatın 'yerliliği' bu yazının meselesi değil. Ama gerek yaşama biçimleri gerekse edebiyat bilinçleri, edebiyata verdikleri emek bakımından yabana atılmayacak, saygın bir konumdaydılar. Yahya Kemal bu bakımdan başlı başına bir örnektir. Paris'e 1903'te gitmiş, 1912'de dönmüştü. Büyük rakibi Ahmet Haşim gibi o da Parnas Okulu şairlerinden etkilenmişti. Heredia'yı, Moreas'ı okumuş, görmüş, dinlemişti. Eski Paris isimli şiirinde anlatıyor. Rodin'den haberdardı. Jaures'ten etkilenmişti. Baudelaire'ı 'sıtmalı bir iptila' ile seviyordu. Ama Londra'da Hamit'i ziyaret etmişti. Fikret'in şiirde yapmak istediklerini anlamıştı. Gene de yol göstericisi Verlaine'in Fetes Galantes isimli kitabıydı. Eski tarzdaki şiirlerini bu tesirler altında yazdıktan sonra, ideolojik bir dönüşümle 'önünde beyaz mermerler gibi açılan' sade Türkçeyle şiirler yazmaya koyulmuştu. Edebiyatın ötesinde Siyasal Bilimler Okulu'na devam etmişti, bu okul ona başka ufuklar açmıştı. Yakup Kadri, Proust'u Türkçeye çevirmiştir. Kendi kendini yetiştirmiş Peyami Safa'nın kültürel birikimi ortadadır. Nahit Sırrı'nın Fransızca yazdığı romanları mevcuttur. Kemal Tahir neredeyse bir düşünürdü. Bu liste uzadıkça uzar. Macera devam eder. İster 1940 kuşağı şairleri olsun, ister onları destekleyen Ataç, ister dostu Tanpınar olsun Batı edebiyatıyla, bir Batı diliyle içli dışlıdır. Attila İlhan Paris'e gider. Dil öğrenir, ardından, kendi ifadesiyle Fransız yazarlarını, şairlerini okur. Apollinaire'i en etkilendiği şair olarak saptar. Onu izleyen 1960 kuşağı yazarları, Demir Özlü başta olmak üzere gene aynı yollardan geçmişlerdir. Paris hâlâ bir merkezdir. Bu defa iş Varoluşçuluğa ve Marksizme gelmiştir. Yazarlar bu iki büyük düşünce okulunu şevkle okur ve öğrenirler. Can Yücel mi, Cemal Süreya mı yoksundur şu özelliklerden? Burada sorguladığımız, yineleyeyim, 'alafranga' veya 'yerli' bir edebiyat değildir. O ideolojik bir tercihtir. O yollardan geçtikten sonra, Fransızcayı en ileri düzeyde bilen Cemil Meriç gibi yerli bir damar yakalamak da mümkündür 1970'lerde ortaya çıkan bazı şairler gibi çok 'yabancı' kalmak da. Ama belli bir ilgiyle ve dikkatle başka bir edebiyata yönelmek, ciddi ve sağlam bir kültürel temel edinmek başlı başına bir olgudur. Bugünkü edebiyat dünyamız bu iki önemli noktada büyük bir zafiyet içindedir. Bugünkü genç edebiyatçılar içinde ben dünyayı görmek isteyeni, bir dili bihakkın bileni, yabancı edebiyatları günü gününe izleyeni, düşünce üreteni tanımadım. Onlar Paris'e gittiler, bunlar Amerika'ya gitsin. Onlar Fransızca öğrendi, bunlar İngilizce bilsin. Ama yapılan edebiyat ve edebiyatçı kültürle haşır neşir olsun. H H H Söz konusu ettiğim durumu yaratan olumsuz koşullar nedir diye aklımdan geçirdiğimde, doğrusu Türkiye'de genel olarak kendisini gösteren kültürel çözülme veya yozlaşma aklıma geliyor. Magazinin hayatı teslim alması, bu bakımdan yabana atılmayacak bir etken. Tabii, bunlara çok dramatik bir başka unsur ilave edilebilir: Edebiyatın bir üretim biçimi olarak sürüklenip geldiği yeni yer. Doğrudur, edebiyat eskiden olduğu ölçüde önemli ve güçlü bir 'araç' değil artık. Ama bu yeterli bir açıklama sayılmaz. Çünkü edebiyat eğer tercih edilmişse birisi tarafından, bu durum onun en ileri düzeyde gerçekleştirilmesini kabul etmek anlamına gelir. Hepsi derece derece doğru ve etkili olan bu unsurlardan sonra, çok önemli saydığım bir başka etmeni dile getirmek şart: Edebiyatın özerkliği. Şunu söylemek istiyorum. Önceki dönemlerde edebiyat bir 'meslek' olarak benimseniyordu. İnsanların işi edebiyattı. Bugün edebiyatın meslek haline getirilmesi çok daha kısıtlı görülen bir durum. Öte yandan gene daha önceki dönemlerde edebiyat düşünceyle, felsefeyle, siyasetle çok daha fazla iç içeydi. Bugün edebiyat kendine özgü bir özerkliğe sahip. Kendini diğer alanlardan ayrıştırdı. Belki Antik Yunan'da felsefenin her şey olması gibi bir durumdu söz konusu olan geçmişte. Oysa şimdi edebiyat çok kendine dönük, dışına kapalı bir pozisyonda. Bu da onu daha kör, kısır ve kunt bir noktaya taşıyor. Edebiyatçı elindeki metin diğer yönlerden yetersiz bile olsa, belli bir biçimsel düzeyi tutturduğunda bunu yeterli sayıyor. Daha fazlasının gerektirdiği kültüre sahip olmak külfetinden kendisini sıyırıp kurtarıyor. Çok kötü oluyor, edebiyat kültüre küs dolaşıyor. Ya da kültürsüzlük edebiyatı kendi eteğine dolaştırıyor.