Son moda tanımıyla konvansiyonel medyada sağa sola itiştirilmiş, sürmanşet magazin haberlerinin arasına dolgu maddesi gibi serpiştirilmiş 'nitelikli/ niteliksiz' dolandırıcılık haberlerini okumadığımız bir gün oluyor mu? Olmuyor. Devir değişti. Dolandırıcılık olarak tanımlanan suçun kapsamı da.
İstanbul Emniyeti Siber Suçlarla Mücadele Merkezi'nin verilerine bakarsanız, Nitelikli İnteraktif Suçlar almış başını gitmiş. Norton'un yayımladığı 2012 Siber Suç Raporu'na göre de Türkiye'de son bir yıl içinde
10 milyondan fazla kişi siber suç mağduru olmuş. Bu mağduriyetin bedeli Türkiye'de
556 milyon dolar, Amerika'da ise
20.7 milyar dolar olarak açıklanmış.
SİZE 10 ADET BİLET AYIRDIM
Aynı rapora göre dünya çapında her gün 1,5 milyon insan siber suça maruz kalıyor, sosyal ağ kullanıcısı her 10 kişiden 1'i sahte bağlantılar ve dolandırıcılık vakalarının kurbanı oluyormuş.
Bütün bunları hafta başı cep telefonuma görünmeyen bir numaradan gelen arama yüzünden anlatıyorum. İş icabı telefonuma gelen her aramayı, her saatte açmak zorundayım.
Açtım. Özgüvenli, genç bir erkek sesi, tane tane konuşmaya başladı. Kısa künye geçtikten sonra sadede geldi ve adı bende saklı bir Yeşilçam oyuncusunun jübilesi için bilet sattığını, bu muhteşem organizasyona katılabilmem için bana da fırsat tanıdığını, ancak 10 tanecik bilet ayırabildiğini ses tonuna derin bir mahcubiyet giyerek anlatmaya başladı.
GENETİK OLARAK ŞERBETLİYİM
Eller Mars'ta nefes ararken, canım memleketimde bu eski usül üçkağıdın hâlâ çalışıyor olmasına şaşırmadan, dinlemeye devam ettim. Şaşırmalı mıyım? Az sonra kurbanını ısırmaya hazırlanan fare gibi kulağıma uslu usul üfleyen sesi pek etkileyiciydi, kabul etmeliyim.
Adı şık, girişi pahalı pazarlama workshoplarından birinde kurs bedeli işveren tarafından ödenmiş, uykulu ama mesaiden de kaytardığı için mutlu bir çalışan gibi lafını hiç kesmeden dinledim. Lakin dolandırıcılık müessesesine karşı genetik olarak şerbetliyim. Okuyup kendini kurtarmayı denemek dışında kalan seçeneklerin kız çocuklarında muteber bir pavyona kapılanmak, erkek çocuklarında ise tombalacı, değnekçi ya da torbacı olmakla çeşnilendiği, geçmişin yetimi şimdinin öksüzü Pera sokaklarında her türlü hile ve musibeti görerek serpildim. Façası düzgün olup da, ağzı sağlam laf yapan afili ağabeylerin baltaya sap olmaktansa, adam aldatmanın derin denizlerinde kürek çektiği bir mahallede büyüdüm. Nelere şahitlik ederek yaş aldım.
Ne bilsin sabi? Ona sorsan, oltaya geldiğimden adı gibi emin.
Ben de zokayı yuttuğunu, tavaya gelmeden anlamayan istavrit rolündeyim. İş, kredi kartı numarası vermeye geldiğinde müstehzi bir tonlamayla ile hamlemi yaptım: "Necmi Usta'nın torunu filan mısın sen, kimsin?" Önce uzun bir sessizlik, sonra kem küm telaşesi içinde telefonu yüzüme kapatıverdi.
Kapatmasaydı keşke...
ÇORBAYI KAYNATMAK GEREK
Macenta Necmi, -yaşıyorsa kulakları çınlasın, en son cenazede görmüştüm- babam, namıdiğer Fıstık'ın aynı muhitte doğup büyüdüğü arkadaşı, can dostu idi. Pasajın içinde küçük bir matbaası vardı. Düğün dernek gibi hayırlı işlere davetiye, filmlere afiş, esnafa kartvizit basardı. Dönemin ünlü ünsüz Yeşilçam oyuncuları da Necmi Usta'nın Asmalı Mescit'te mukim matbaasını ziyarete gelirlerdi. Bu işin görünen ve bilinen tarafıymış. Ancak 30'lu yaşlarda idrak ettiğim kısmı da şöyle: Macenta Necmi, baba mesleği baskı ustalığının yanı sıra bir kısım Yeşilçam emektarının bile isteye dahil olduğu tatlı bir de tezgah tutturmuş.
Hiç organize edilmeyecek, biteviye jübilelere davetiye satıp, ekmeğine bakarmış.
Olan biteni anlamayacak, anlatamayacak yaşlardaydım ve Necmi Usta da, matbaası da benim için paha biçilmez bir oyun alanıydı sadece. Meğer kimselerin tavuğuna kışt demeyen, düzenine çomak sokmayan ama vicdanlı olanı aldatmayı, kolay yoldan para kazanmayı onaylamadığını da her fırsatta belli eden babam, isyan bayrağını açıp, özgürlüğünü seçerek evi terk ettikten bir hayli zaman sonra Macenta Necmi ve arkadaşlarının dümen suyuna katılmış. İsmi lazım değil, bir 'ünlü' ile Anadolu'yu karış karış gezip, sözde düzenlenecek büyük ve görkemli bir jübileye davetiye usulü para toplayıp, çorbayı kaynatıyorlarmış.
Babam her daim kahramanım, en has oyun arkadaşım.
Külhan tavrıyla şen hikayeler anlatırdı. Gitmediğim yerleri, göz aşinalığı tesis edemediğim masal kahramanlarını ve dahi sinema filmlerini hep ondan öğrendim. İki nefes arası, öksürüklü bir tonlamayla anlatır, alt üst ederdi her efsaneyi, hikayeyi; meşrebince ezberletirdi hayatı, yaradanı, yok edeni, ezeni ve ezilenleri... Minnettarım.
Tekrar karşılaştığımızda da maceramız 25 gün sürebildi.
Ciğerine yapışan kanser illetinin müsaade ettiği bir anda sordum elbette. "Hani," dedim, "Kirk Douglas asi bir köle, Burt Lancester alt tarafı cambaz, Rus da olsa mümtaz bir doktordu Ömer Şerif ve zenginden alıp fakire verse de neticede, hırsızın tekiydi Robin Hood?" "Yorulmuştum." dedi.
Tartışmadım. Pişman da değilim.
MAĞDURA ÜZÜLEMİYORUM
Asri zamanlarda dolandırıcılık, kapsamı itibariyle evrim geçirmiş ve siber suçlar tavan yapmışken, geri dönüp düşündüğümde Macenta Necmi, Haydarpaşa Garı'nı mesken edinmiş Sülün Osman ve nam salmayı tedbirsizlik saymış pek çok tezgah ehli, gözüme hep biraz 'masum' görünmüştür.
Kolaymış gibi görünen paranın peşinden neşeli patikalara dalınca avın da, avcının da yaraları eşitleniyor fikrimce.
Hal böyleyken de elde bavul, taşı toprağı altın bir şehre inip, kolayca para kazanacağına kani, ayak üstü satın aldığı Saat Kulesi ile cin olmadan, adam çarpmaya heves etmiş mağdura üzülemiyorum. Utanmalı mıyım? Sahi hangimiz utanmalıyız?
Kelimeleri yan yana, en fiyakalı haliyle dizerek Fıstık gibi bir kahraman yarattığım ve onları neredeyse masum ilan ettiğim için ben mi? Ekmeği, aslanın bağırsağına kadar öteleyen, yetmezmiş gibi boğazına da kördüğüm atarak, insan evladını kolay kazanç peşinde, tık nefes eden düzen mi?
Not: Bu hikâyede bahislenen lakaplar baki, isimler fanidir.
Rânâ DENİZER