Havuz
kenarında sessizce ağlıyorum.
Güneş tepemde.. Avaz avaz hatta böğürerek de ağlayabilirim ama fazla ses çıkarırsam annemin sinirlerini bozup dayak yemekten korkuyorum. Annem söylene söylene eşyalarımı topluyor. Havlumu, yedek bikinimi, yüzme bilmediğim için, eşek kadar olduğum halde utanmadan taktığım turuncu kolluklarımı çantaya tıkıştırıyor. Her şey tamam bir tek İrma kayıp.
Annem yanıma gelmeden az önce, hani başıma güneş geçmesin diye kafamı ıslatmak için havuza girdiğimde, şezlonga gölge veren kocaman şemsiyenin önünde duruyordu. Olan biteni anlatmaya çalışıyorum ama annemin öfkesi izin vermiyor.
İrma kim mi? Platin sarısı karavel saçları, fal taşı gibi hep açık bal rengi gözleri, kalemle sabitlenmiş iri çilleri, mavi kloş eteği ve papatya desenli gömleği ile evvel ebed kimseciklerde bir benzeri olmayacağına adım gibi emin olduğum, henüz bilmediğim dilde konuşkan, neşeli şarkılar söyleyen bebeğim. Anne sözü dinlemedim, en kıymetli bebeğimi havuza indirdim. Oh olsun bana! Hem kızaran gözlerimin, hem de kaybolan bebeğin hesabını saatler boyunca verecek olmanın korkusuyla içli, hıçkırıklı dikiliyorum havuzun kenarında. Bebeğimi alıp, çiçekli plaj çantasına koyduğunu yemin billah gördüğüm, o siyah saçlı, çağanoz bacaklı kızdan gözümü ayırmıyorum. "O aldı, gördüm!" diyorum, bir kez daha, annemi inandıramıyorum. "Oh olsun sana, havuza indirme kaybedersin demedim mi?" diyor, saçımdan çekiştirerek odaya doğru götürürken. Şaşırmıyorum. Hava sıcak.
Gözyaşlarımın süzüldüğü yerler serinliyor.
İrma kayıp, ben ise altı yaşındayım.
KİM MARKETTEN ÇİÇEK ALIR?
Kim bilir, kaç dakikadır ayakta dikiliyorum.
Tıka basa doldurulmuş alışveriş arabalarını ağır aksak hareketlerle kayan bandın üzerine bırakan telaşsız müşteriler ve bıkkın, gülüşsüz ifadeleriyle barkod okutan kasiyerleri izliyorum.
Yorgunum. Bir an önce eve gitmek istiyorum. Kuyruk bitimsiz. Önümde dikilip, durmaksızın mızırdanan orta yaşlı hanımefendinin sepetindeki parçaları sayıyorum. Bir, iki, üç... Ekspres kasa bomboş... Süper marketlere 'ekspres kasa' koymanın hiç bir anlamı yok.
Kimse kullanmıyor. O kadar yorgunum ki sepeti kenara bırakıp, koşarak marketten çıkmaya bile üşeniyorum. Market kasalarının tam arkasında küçük bir çiçekçi standı var, minyatür dükkan gibi.
Cihangir Çiçekçisi. Ne saçma bir fikir.
Kim ve neden bir marketten çiçek alır ki? Gözüm kır papatyalarına takılıyor.
Güzel görünüyorlar. En son kime çiçek götürdüm? Kimden çiçek aldım? Hatırlayamıyorum.
Şimdi, şu an bir buket çiçek alsam kime götürüp verirdim? Bunları düşündüğüme göre markete çiçekçi açmak o kadar da saçma bir fikir değilmiş.
Market kalabalık, ben ise 48 yaşımdayım.
BEHİYE HANIM'DAN HEDİYE
Sarı göbekleri, minik beyaz yapraklarıyla kocaman demetler halinde, sıra sıra dizilmiş, boynu bükük bekleyen papatyaların muhtemel sahiplerine isim ararken, nedendir bilmem, aklıma İrma ve Behiye Hanım geliyor.
Hani, yazının başında Efes Oteli'nin havuzunda o yelloz kız çocuğuna kaptırdığımı anlattığım bebeği, bir yurtdışı seyahati sonrasında hediye etmişti.
Oyun oynamaya meraklı bir çocuk değildim.
Bebeklerle de aram iyi değildi. Yurtdışından gelen hediyelerin en makbulleri - o cam kavanozun içinde zapt edilemez akışkan haliyle reçelimsi ama değil gibi de, tatlı çikolatamsı şeyi saymazsak-renkli kalemler, kokulu silgiler, tuhaf ve adını hiç bilmediğim çizgi karakterlerin olduğu kitaplarla ilgiliydim. Süslü kutusunun içindeki küçük şeffaf plakları, yedek pilleri ve çeşit biçim elbiselerini yadırgadığım, oynamak için değil de salonun nadide bir köşesinde, kırılmadan saklanmak ve komşu çocuklarına hava atmak için üretilmiş gibi duran sarı saçlı bebeğin isim annesi de Behiye Hanım olmuştu. Neden İrma derseniz, Shirley MacLaine'in can verdiği ölümsüz müzikal karakteri Irma La Douce'dan bihaber zamanlarımdaydım elbette. Bana sorsan Emel olurdu adı, babama sorsan da Sarı Pakize. Annem isim bulamaz, anneannem umursamazdı, amma konumuz o değil. Daha parlak bir önerimiz olmayacağına göre varsın İrma olsundu adı, aksini istemek kabalık olurdu.
Aklımda İrma ve isim annesini fırsat bilerek -yaşlanmaktan olmalı- her delikten sökün eden, yer yer bitimsiz anekdotlara dönen hatıralar, elimde sepet dikiliyorum. İnce, cılız bir melodi duyuyorum. Markette müzik yayını mı var? Kulak kabartıyorum: "Şaşırdım yolumu ben kimlere sorsam/ yerim yok yuvam yok nereye varsam"* markette müzik yayını var. Şarkıyı bir erkek okuyor. Sesi tanımıyorum. Kimin bestesiydi, hatırlamıyorum. Eve gidince internetten bakarım. Toplama albümlerden biri olmalı. Belki de radyo çalıyordur.
Mühim değil. Ama bu şarkıyı ne zaman ve kimden duysam aklıma hep şimdilerde yerinde dev yıldızlı bir otel yükselen Taşlık Maksim Gazinosu gelir.
Zengine alakart, orta halliye fiks menü, hanımlara matine, fakir o zaman da taş yesin, nesine ki eğlence? Velhasılıkelam İstanbul henüz eski yüzlü göğünü kuşanmamış, insanlar televizyon denilen bedavacı eğlencenin tadına varmamış.
Yetmişli yılların başındayız.
AT KADEHİ ELİNDEN
Şimdi tek tek isimlerini sayarak can sıkmayacağım ama, o zamanların İstanbul'unda aynı anda sahne açan en az altı 'büyük' gazino vardı. Tekmili birden ayrı ayrı kadro kurup, haftada yedi suare, iki matine toplam dokuz kez kapılarını açar, tıklım tıklım dolar taşardı. Şimdi en kabadayı kadroyu kursanız haftada iki gece belki müşteri bulursunuz, Neyse... Taşlık Maksim Gazinosu'nun sahnesinde mikrofon kordonunu adeta bir kırbaç gibi kullanarak seyirciyi büyüleyen, minik sesi, dev endamı, emsalsiz tavrıyla şarkı söyleyen Behiye Aksoy'u hatırlıyorum. "At kadehi elinden,"** dediğinde gazinodaki bütün müşterilerin istisnasız ellerindeki kadehleri yere çaldığı bir an hatırlıyorum. Böylesi büyülerdi dinleyenlerini Behiye Hanım.
Gazino sahnelerinin en yenilikçi, en şık solistlerinden biriydi. Salopet de giydi, tulum da, bahçıvan modeli önlük de taktı payetli kostümünün üzerine. Hep yenilikçi, taklit edilen, sevilen, alkışlanan ve yol açandı. Kahküllü kesilmiş platin sarısı saçlarıyla ve rakipsiz tavrıyla o yılların, henüz hiçbir resmi ya da gayri resmi tarihe derkenar edilmemiş anılarına adını ekleten, uzun yıllar boyunca gazino sahnelerinin rakipsiz assolisti Behiye Aksoy.
Ansiklopedik bilgileriyle 19 Eylül 1933 doğumlu Behiye Tetiker. 200 aday arasından seçilerek Ankara Radyosu'na giren, Fahrettin Aslan'ın, Ankara Göl Gazinosu'nda dinleyip, apar topar İstanbul'a getirip, Maksim Müesseseleri'ne transfer ettiği Behiye Aksoy.
45'likleri yok satan, satış rekorları kırarak onlarca Altın Plak sahibi olan, kışları Ayazpaşa'da, yazları Side'de, şimdilerde hastalığı sebebiyle İstanbul'da özel bir bakımevinde yaşayan, Ahmet Kazım'ın biricik annesi Behiye Aksoy. İrma gibi...
Anıları kayıp.
VEFASIZLIK MI YORAN?
Sahi, bugünün anlamı ne? Neden etrafımdaki her nesne söz birliği etmiş gibi ısrarcı bir hatırlatma sunuyor? Kavramlar mı insanoğluna yükte de, pahada da ağır darbeler indirmeyi göze aldıran, varoluşuna mana aratan? Vefasızlık mı beni bu kadar yoran? Bu soruların cevapları var mı? Bu kadar hüzün bu yazıya yakıştı mı? Bilmiyorum. Sıranın en önündeki genç kız tıka basa doldurduğu alışveriş arabasını kayan bandın üzerine aheste aheste boşaltıyor. Hiç acelesi yok. Hangimiz söyleyecek, zaman denilen nanenin hiç durulmadan öylece akıp gideceğini? Belki ben de daha fazla beklemeden, bir demet çiçek alıp, Behiye Hanım'ı ziyarete gitmeliyim. Belki de bir duble rakı koyup, İrma ve Behiye Hanım'ın şerefine kadeh kaldırıp, o şarkıyı dinlemeliyim. "Kapın her çalındıkça o mudur diyeceksin/ Beni kaybettin artık sen çok bekleyeceksin"*** En çok da son sözler, çaresiz bir telaşla öksüz kalmaktan kurtulmayı denerler-miş. Anneler gününüz kutlu olsun...
RANA DENİZER