Yabancı olanlar için 'gavur' tabirini kullanan kaldı mı hâlâ, bilmiyorum. Vardır mutlaka! Ama elimde tuttuğum kitabın başlığı olan
Gâur Mahallesi, Diyarbakır'ın suriçinde gerçekte de var olan bir mahallenin adı. Geçtiğimiz günlerde Aras Yayıncılık'tan çıkan kitabın, sırlarla dolu bir kapının önünden geçen küçük bir çocuk fotoğrafına yer verilen kapağında, Türkçenin yanı sıra Ermenice ve Kürtçe isimleri de yazılmış. Nedeni basit. İçindeki öyküler, üç dilde toplanmış. Belki de ülkemizde bir ilk olan bu 'üç dilde kitap', üzerinde düşünülecek bir dönüm noktası: Herhangi bir dilden, bir kitaptan, öykü tadında yazılmış ama hepsi yaşanmış anılardan, bir arada olmaktan korkmamanın dönüm noktası... Zaten kitapta adı geçen ebeden, neneden, anadan, çocuklardan geriye de sadece yazarı Mıgırdiç Margosyan kalmış aramızda... Onun da küçükken evinde, avlusunda, mahallesinde, sokaklarında duyduğu konuşmaları, gördüklerini, onlar da yok olmasın, unutulup gitmesin diye yazmaktan başka bir gayesi yok...
-
Öykü derlemeniz, ilk yayımlanışının üstünden 27 yıl geçtikten sonra bu kez bir kitabın içinde üç dilde çıktı karşımıza. Bu hiç aklınıza gelir miydi?
- Bu kitabımın üç dilde değil, Türkçede bile yayımlanacağını düşünmemiştim.
Gâvur Mahallesi adlı hikaye kitabımı ilk Ermenice yazdım. Adı
Bizim Oralar'dı. Burada çok ilgi gördü. O yıl Paris'te Ermeni yazarlara verilen bir ödülü de kazandı. Türkiye'de bir yayınevi Türkçe yayımlamak istedi. Herhangi bir şey talep etmedim. 'Benim zamanım yok, Türkçeye siz tercüme eder misiniz? Ayrıca ben tekrar yazarım ama belki de siz güzel değil diyeceksiniz, sizin de benim de zamanıma yazık,' dedim.
HAYAL KURMADIM
-
İçeriğini hiç bilmeden mi kitabı Türkçe yayımlamak istediler?
- Evet, ama ödül aldıktan sonra sağa sola sormuşlar. Sonra bir hikayeyi tekrar yazdım. Çok beğendiler, devam etme kararı alındı. En sonunda kitabın ismi ne olacak, noktasına geldik. 'Ben karışmam, yayıncı sizsiniz,' dedim. Yine de 'Ben kitaptaki bir öykünün adı
Gâvur Mahallesi. İsterseniz o olsun!' dedim. Yyaıncı 'Boş verin, gavur mavur,' dedi. Sonra da 'Arkadaşlarla görüştüm, yazarı çekinmiyorsa, sana ne oluyor?' dediler,' diye kabul etti. Kitap yıllar içinde 13. baskıya geldi.
-
Türkiye'de şu aralar seçim öncesi siyasi zıtlaşmaların yaşandığı bir ortamda, üç dilde yayımlanmasını kim düşündü?
- Diyarbakır'a son yıllarda sık gidiyorum. Suriçi Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, çok dilli kitap çalışması yapıyor. Bu kitabın da Kürtçe yayımlanmasını isteyince, daha önce basıldığını söyledim. Bunun üzerine 'Acaba Türkçe, Ermenice, Kürkçe olarak aynı kitapta basarsak nasıl olur?' dedi. Ben de Diyarbakırlı olduğum için bu fikre sıcak baktım. Bu İngilizce ve Fransızca da olabilirdi, ama doğrusu bana o kadar içten gelmiyordu. Ama Türkçe, Ermenice ve Türkçe bu coğrafyada konuşulan diller. Bunların yan yana gelmesi, çok daha tabi...
-
Çokkültürlü bir hayatı yansıtan öykülerinizden anladığımıza göre çocukluğunuz da yine bu üç dili duyarak geçmiş... Kürtçeyi de kısmen biliyormuşsunuz...
- Kulak misafiri olarak... Hikayelerden birinde evimizdeki kedimizi anlatıyorum. İsmi Mestan. Annem kediyi terbiye etmek istiyor. Bizim oralarda evde çok da kedi bakılacak imkan yoktu. Tek gözlü evlerde yaşayan insanlardık biz. Ama bizim Mestan, nasıl olduysa geldi, evin bir kenarına yerleşmeye çalıştı. Anam ile Mestan arasında devamlı bir kavga vardı. Anam mutfakta yemek mi pişiriyor, Mestan da gelip, neyi araklayabilirim, diye bakardı. Anam bir gözünü de maalesef hastalıktan kaybetmişti. Hep derdim ki; 'Anam tek gözüyle Mestan'a öyle dikkat ediyordu ki bir türlü hırsızlık işini beceremiyordu.' En sonunda artık anam tekme tokat değil de diliyle anlatmaya başlıyordu. Önce Türkçe 'Mestan hırsızlık yapma,' diyor, sonra kedi anlamayınca Ermenice, sonra Kürtçe, o da olmadı Zazaca söylüyordu. Evet, çünkü bizim evde anam, babam, nenem hep dört dille konuşuyordu. Dolayısıyla Mestan da bu dört dili öğrenmek durumundaydı.
-
Kitabın üç dili barındırması da 'Yaşadığım gerçekliğin ta kendisi,' diyorsunuz o halde...
- Gerçek bu. Zaten kitaplarımın şu veya bu şekilde ilgi görmesinin nedeni, olayları olduğu gibi anlatmam... Tipler, karakterler, yaşam. Hayal kurmadım. Belki de o tabi hali insanlara daha cazip geldi.
Ermeniceyi 15 yaşında İstanbul'a gelince öğrendim
- Bir açıklamanızda 'Kürtçeyi çok az hatırlıyorum, Ermeniceyi de İstanbul'da öğrendim,' diyorsunuz. Çocukken hangi dili konuşuyordunuz?
- Ermenice'yi 15 yaşında Diyarbakır'dan İstanbul'a geldikten sonra öğrendim. Evimizde yarım yamalak konuşulan bir dildi. Büyükler kendi aralarında konuşurdu ama biz üç beş sözcüklük cümlelerle konuşurduk: Git, gel, su, toprak, ekmek gibi sözcüklerle cümle kurardık. Kürtçeyi de bilmiyorduk. Çünkü evimizde, okulda hep Türkçe konuşuyorduk. Ama babamlar yerine göre kendi aralarında Kürtçe, bazen anlamamızı istemedikleri şey olduğunda Zazaca konuşurlardı.
- Çocukluğunuzu özler misiniz?
- Aslında çocukluk yıllarımı hiç unutamadım. Çünkü 15 yaşında İstanbul'a bir turist gibi değil, sürgün gibi geldim. Babam burada ana dilimi öğrenmem için baskı yaptı. Şişli'de bir yetimhanede, sonra Üsküdar'da bir zamanlar benim de müdürlük yaptığım okulda kaldım. Çoğu da benim gibi Anadolu'dan gelen öğrencilerdi. İlk geldiğimiz gün hayretler içinde kalmıştık. 1950'lerden bahsediyorum, biz Anadolu'dan geldiğimiz için kendi geldiğimiz diyalektle konuşurduk. Oradaki Ermeni çocuklar bizi duyunca 'Kürtler gelmiş,' diyordu. Oysa biz buraya anadilimizi öğrenmeye gelmiştik. Korkunç da bir ironiydi yaşadığımız. Yıllar içinde son derece duygulanıyorum. Çünkü benim bıraktığım o Diyarbakır, kalmadı. 1950'li yıllarda sokaklarda menekşe mevsiminde menekşe satılırdı. Demek ki o toplum, Gâvur Mahallesi'nde bir tutam menekşeye üç kuruş mu beş kuruş mu verip, üç gün onun zevkini sürebiliyordu. Böyle bir kültür vardı. O yaşam, o kültür 50 yılda tamamen bitti. Bu hüzün veriyor bana. Onun için her gittiğimde yalnız başıma dolaşmayı seviyorum.
- Kitabınıza bir barış misyonu da yüklemek doğru olur mu? Yoksa herkes, ne isterse onu mu anlasın? - Doğrusu ben bir kitap yazayım, böyle de bir misyon yükleneyim diye yola çıkmadım. Asla öyle peşin hükümlü bir davranışım yok. Kitaplarımda, benim kanaatimce, iyi bir okuyucu, benim direk bazı şeyleri söylemediğimi çok iyi görür. Ben o misyonu, hep satır aralarında vermeye çalıştım. Ben hep hümanistçe şeyler yazdım. Kişiliğimde de bu vardır. Asla peşin hükümlü davranmadım. 'Bu Kürttür, dolayısıyla şudur, bu Ermenidir, dolayısıyla budur,' gibi yaklaşımlar yapmadım. İnsan kimliği önemlidir. Ama o insan kimliğinin içinde çeşitli kademede, herkesin kendine göre bir karakteri vardır. Onların içinden olumlu olanları bulursunuz. Zaten bir yazarın, edebiyatla uğraşanın, bir ressamın, şairin bence yapması gereken de budur. Bizde mesela siyasilerimiz gerçekten ne kadar okuyorlar, bilemiyorum. Anlatmaya gelince çok şey söylüyorlar. Tabii istisnalar var.
Evimizin bulunduğu sokağa benim adımı verdiler
- Çocukluğunuzun geçtiği Gavur (Hançepek) Mahallesi'nde artık kitabınızda sözünü ettiğiniz o insanlardan kimse kalmadı mı?
- Hiç yok. Sadece yaşlı bir beyle hanım var. Geçtiğimiz günlerde bir açılış için Diyarbakır'daydım, Sarkis Bey'le Bayzar teyzeyi de getirmişlerdi. Bu kadar senelik bir kadim halktan geriye baki kalanlar olarak çok hazin bir tablo çizdik.
- Sık sık gidiyor musunuz doğduğunuz şehre?
- Ben neredeyse 40 yıl gitmemiştim. Ortaokulda İstanbul'a gelmiştim. Sonra bir gittik, pir gittik. Genelde söyleşiler için gidiyorum.
- Tek göz odalı eviniz ayakta kalabilmiş mi?
- Hayır, ama evimizin bulunduğu sokağa benim ismimi verdiler. Eskiden bu Gâvur Mahallesi, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir yerdi. 6-7 Eylül olaylarından sonra yavaş yavaş oradan göçler başladı ve şu anda hiç Ermeni kalmadı. Sur içindeki tarihi evlerin çoğu da yıkıldı, gecekondulaşma oldu. Şimdi Diyarbakır'ın sur dışı çok büyüdü, ama benim için bir şey ifade etmiyor.
- Kitap yayımlandıktan sonra ne tür yorumlar, eleştiriler aldınız? Yadırgayanlar, beğenenler...
- Henüz bir eleştiri almadık çünkü kitabı ilk kez bu hafta Diyarbakır'da başlayacak Kitap Fuarı'nda göstereceğiz.