Penelope Lively, daha önce de aday gösterildiği Booker Ödülü'nü, Ay Kırıkları'yla 1987 yılında kazanan, son derece parlak bir yazar olmasına rağmen, ilginç bir şekilde değeri sonradan anlaşılmış. Ay Kırıkları, tuhaf bir şekilde ilk başta bir tür 'ev kadını kitabı' olarak yanlış anlaşılmış. Ancak bir süre geçtikten sonra değerinin farkına varılmış. 1933 doğumlu Lively, Ay Kırıkları'nda 77 yaşında ölmekte olan yaşlı bir kadının, hastanedeki yatağında ölümü beklerken anımsadığı yaşam öyküsünü anlatıyor. Ancak bunu yaparken, yalnızca bireysel bir öykü anlatmakla kalmıyor, geri planda tüm 20. yüzyılı da bir anlamda özetliyor. Artık değerini iade eden eleştirmenler tarafından günümüz edebiyatının en unutulmaz kadın karakterlerinden biri olarak nitelendirilen Claudia Hampton, doğduğu 1910 yılından itibaren hep zamanının bir adım ötesinde seyreden bir kadın portresi çiziyor. Günümüzün feminist eleştirmenleri tarafından da bir kadından evinin kadını olması beklenilen o dönemde, bağımsız bir kadın portresi çizmesi nedeniyle, kitap ve ana karakteri feminist nitelikleri nedeniyle övgüye değer bulunuyor. Claudia ondan beklendiği gibi evinde oturmaz ve o dönem yalnızca erkeklere özgü olan tarihçilik ve gazetecilik gibi alanlarda başarısıyla sivrilir. Hatta parlak zekalı erkek kardeşiyle bile boy ölçüşür. Gazeteciliği onu dünyanın öbür ucuna savuracaktır. II. Dünya Savaşı'nda Mısır'da savaş muhabirliği yapar ve roman görkemiyle bize Laurence Durrell'in unutulmaz İskenderiye Dörtlüsü'nü anımsatır bize burada. Claudia, hayatının aşkını burada tanıştığı Tom ile yaşasa da iki aşık hep ayrı düşerler. Öte yandan erkek kardeşiyle yakınlığı da zaman zaman tehlikeli bir boyut alır. Zaman geçer, Claudia'nın yaşamında acı veren ölümler, kayıplar yaşanır. Dünya yeni baştan şekillenirken Claudia da tarihin dönüm noktalarına hep tanıklık edecektir. Öte yandan bir de kızı olacaktır. Ancak elini attığı her işte başarılı olan, cesur ve parlak Claudia, ne yazık ki annelik konusunda başarısız olacak, kızına bir türlü istediği şefkati veremeyecektir. Claudia'nın ara sıra uğrayan ziyaretçileri aracılığıyla geçmişine doğru çıktığı yolculuğun yanı sıra, geri dönüşler ve anlatıcı değişimleriyle de zenginleşen ve katmanlaşan anlatımının paralelinde büyük dünya tarihinin şekillendirdiği bireysel tarihler, göz alıcı bir kadın karakter aracılığıyla gözümüzün önünde şekilleniyor. Şiirsel, son derece estetik ve bir hayli de hüzünlü bir hikaye bu. Ancak özündeki aşk hikayesi nedeniyle eleştirmenlerin ilk başta düştüğü hataya düşüp bunu kolay bir ev kadını romanı sanmayın. Aksine gözünü budaktan sakınmayan anlatımıyla ölümler, kayıplar ve ensest gibi gayet zor konuları, olabildiğince açık ve sert bir biçimde anlatmaktan geri durmuyor. Yumuşaklıkla ele geçirdiği okuyucusunu sert bir biçimde silkelemekten kaçınmıyor. Penelope Lively kuşkusuz çok değerli bir kadın yazar, Claudia ise ilham verici, parlak bir kadın karakter.
AY KIRIKLARI
Penelope Lively Çeviren: Yasemin Akbaş Everest Yayınları Roman, 274 s., 15 TL
ERKEK YAZARDAN KADIN PORTRESİ
Bu kez alışılagelmedik bir kadın karakter var karşımızda. Suudi yazar Yusuf El- Muhaymid, Münire'de Riyadlı bir genç kadının öyküsünü anlatıyor bize. Yazar erkek olsa da, kadın kahramanını ustalıkla çiziyor bize. Bunun için çok sayıda psikoloji kitabından yararlandığını, hatta kumaşçılarda dolaşıp farklı kumaşların ten üzerinde nasıl bir etki yarattığını dahi denediğini belirten El-Muhaymid, ortaya yaşadığı topraklara göre sıra dışı özelliklere sahip olan bir kadın karakter çıkarmış. Körfez Savaşı döneminde Riyad'da geçen Münire, bütün Riyad'ın en güzel gözlerine sahip olmasıyla ünlü olsa da güzelliğiyle yetinmeyen, entelektüel zevkleri olan, akıllı bir genç kadındır. Hali vakti yerinde bir ailenin kızı olan Münire, babası sayesinde küçük yaşlarda kitap sevgisiyle tanışmış ve kendisini geliştirmiştir. Şiddet görmüş kadınlara yönelik danışmanlık yaparak, bir sosyal görevli olarak çalışmasının yanı sıra köşe yazarlığı da yapmakta, aynı zamanda öğrenimini de sürdürmektedir. Ancak babasının aksine baskıcı ve bağnaz bir karakter olan ağabeysiyle hiç geçinemez. Küçük kız kardeşi ise tipik aşk ve evlilik hayalleri olan bir genç kızdır. Günün birinde Münire âşık olur. Ancak müstakbel kocasının aslında yoksul ve üstelik evli biri olduğunu da öğrenir. Aslında kocası onunla ağabeyinden intikam almak için evleniş, onu çok kötü bir biçimde kullanmıştır. Yalan aşkıyla yıkılan, onuru zedelenen Münire, yalnızca bireysel değil toplumsal baskılar nedeniyle de kapana kısılmıştır. En kötüsü de, kendisini toplumunun en entelektüel ve modern kadınlarından biri olarak görürken ve böyle bir şeyin kendi başına asla gelmeyeceğini düşünürken yaşamasıdır. Çareyi yazmakta arar. Münire, toplumsal baskılar altında ezilen, bir parça özgürlük için çıkış yolları arayan, entelektüel, ancak özgürlüğüne sahip olmayan Arap bir genç kadının trajedisini anlatırken, iç içe geçen yan öyküler aracılığıyla toplumdaki diğer kadınların öykülerine de uzanıyor. Dönemin siyasi arka planını çizerken, savaşın toplum ve özellikle de kadınlar üstündeki baskıyı daha da ağırlaştıran yanlarını gösteriyor. Bir diğer ağabeyi aracılığıyla dinin devlet üzerindeki etkisini daha da artırmak isteyen erkekleri de anlatıyor. Ve tüm baskıların toplumun üstünde yarattığı bozulmanın görünen ve görünmeyen etkilerini seriyor önümüze. Kitap, özellikle kadın okuyucular için son derece sarsıcı bir öyküye sahip. Kadınların en basit hakları ve özgürlüklerine bile karışılan bir toplumdan önümüze serilen portreler, bu çağda bile sorgulanmaya devam edilen kadın hakları üstüne düşünmemize neden oluyor.
MÜNİRE
Yusuf El-Muhaymid Çeviren: Esra Kılıççı Pegasus Yayınları Roman, 256 s., 17 TL
YAŞAM BİÇİMİ OLARAK 'ERKEKLİK'
Gelelim bir diğer kitaba, Zaaf'a ve yazarı Şule Öncü'ye. Öncü, bir kadın yazar olarak öykülerinin temelinde 'erkeklik' halini anlatıyor. Yani erkek olmayı bir cins olarak değil, hayat boyu süren bir yaşam biçimi olarak aktarıyor. Binyıllardır kurulmuş olan bu cinsel duvarlar arasında sıkışıp kalmış, biçimlenmiş erkeklik tanımının bireyler üzerindeki etkilerini ince ince deşifre ediyor. Bir yandan da bu erkeklerin karşısında duran, onların etkisiyle biçimlenen 'kadınlık' hallerinden de bahsediyor doğal olarak. Bu anlatımın en ilginç boyutlarını ise bu kadınların erkekleştiği hallerin anlatıldığı yerler oluşturuyor. Erkeğin tüm 'erkeksi' halleriyle giyindiği güç kalkanının içinde bir yerlerde biriken duygusal kırgınlıklarının arttığı noktalarda, kadınlarda beliren erkeksi gücün ve kavrayışın anlatıldığı bu bölümler, tüm öykülerin de en yüksek noktasını oluşturuyor. Zaaf'ta yer alan dokuz öyküden ilki olan Totem ve Tabut, arkaik bir dönemde ilkel dinler zamanında geçen bir öyküyü, ikinci öykü olan Kuyruk Bilimi Konseyi gelecekte kurulan İslami bir düzendeki öyküyü anlatsa da erkeğe ve kadına dayatılan rollerin pek de değişmediğini görüyoruz. Bir sonraki öykü olan Hazır Değilim'de eşcinsel, yaşlı bir karakter oynattığı Karagöz karakterine "Tabular yıkılmak, kütükler yakılmak içindir," dedirtse de, erkekliğe dair yaratılan tabuların ve dikilen kütüklerin pek de kolay ortadan kalkamadığını izliyoruz. Saatin İcadı öyküsü bir kadının yaşlandıkça nasıl ister istemez kendi dilini kaybedip, erkeklerin diliyle konuşmaya başladığını anlatırken, dişilikle erkekliği zamanın ve mekanın üstünden tanımlıyor ve şöyle söylüyor; "Dişi ruh, binyıllardır mekana sirayet etmekle, mekanı kendine benzetmekle meşgul. Bu yüzden, mekan dişidir küçüğüm. Zamansa her haliyle erkek. Var olduğunu farzedersin, ne olduğunu bilmeden. Sürekli bir hareket hali, yapma etme içe işleme halidir zaman; varlığı, içine işlediklerindeki değişiklikten anlaşılabilen bir çeşit büyü." Kitabın merkezi de bu büyüde yatıyor aslında. Erkekliğin bir zaman gibi, nasıl mekanın, yani dişinin içine işleyerek değiştiğini, dönüştürerek dönüştüğünü anlatıyor. "Erk, iktidardan, güçten gelir ama aslında 'zaaf'tan, zayıflıktan beslenir," diyor yazar. Böylece de zaaflarından beslenerek bir tür uyku içinde dolaşan erkekliğin, göstermelik kılıçlar kuşanarak bir illüzyon içinde yaşadığını, bu nedenle de aslında en küçücük tökezlemede düşecek kadar kırılgan bir yapıya sahip olduğunu seriyor gözlerimizin önüne. Öncü 'erk'e dair zaaf öyküleri anlatmakla kalmıyor, bu zaaftan etkilenen kadınlık hallerini de anlatıyor. Bunu yaparken toplumsal ve siyasi arka planı betimlemeyi de ihmal etmiyor.
ZAAF
Şule Öncü Sel Yayınları Öykü, 134 s., 10 TL
AKIL HASTALIĞINDAN YAZARLIĞA
Janet Frame, bu mütevazı dosyanın en ilginç kadın yazarlarından biri. Her şeyden önce yalnızca kitaplarıyla değil, yaşam öyküsüyle ilham veren bir kadın. Çünkü hayatında edebiyata borçlu olduğu bir mucize saklı. İşte bu nedenlerle, kitaptan önce Frame'in yaşam öyküsüne göz atmayı tercih ediyoruz. Janet Frame, 28 Ağustos 1924'te, Yeni Zelanda'da, beş çocuklu bir işçi ailesinin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Zor, ancak mutlu bir çocukluk geçiren Frame, Dunedin College'da İngilizce, Fransızca ve psikoloji eğitimi almış. Yazar olmak istemesine rağmen 1945'de sınıf öğretmenliğine başlamış ama aynı yılın sonunda bir müfettişin ziyareti sırasında bunalıma girip sınıftan kaçınca, psikolojik gözlem için Dunedin Hastanesi'ne yatırılmış. Zaten ne olduysa da bundan sonra olmuş. Sonraki yedi seneyi çeşitli akıl hastanelerinde geçirmiş. Bu arada yazmaktan vazgeçmemiş ve 26 yaşındayken yayımlanan ilk kitabı The Lagoon and Other Stories, Yeni Zelanda'nın en önemli edebiyat ödüllerinden Hubert Church Memorial Ödülü'nü almış. Mucize de bu noktada gerçekleşmiş zaten. Ödül alması üzerine doktorlar, Frame'e lobotomi uygulamaktan vazgeçmişler. 1956'da Yeni Zelanda'dan ayrılmış ve yedi yıl boyunca Avrupa'da yaşayıp çalışmış. İlk romanı Baykuşlar Öterken, 1957'de yayımlanmış. Uzun kariyerine on bir roman, beş öykü kitabı, iki şiir kitabı ve üç ciltlik bir otobiyografi sığdırmış. 1963'te ülkesine dönmüş ve Otago Üniversitesi'nden burs almış. 1990'da Yeni Zelanda Hükümeti Devlet Nişanı sahibi olmuş. 2004'te Dunedin'de ölmüş. İnsan bu kısa ancak dolu biyografiyi okuyunca etkilenmeden edemiyor. Akıl hastalığından edebiyat ustalığına uzanan bir yol...
OBSESİF-KOMPULSİF VE OTİSTİK
Bazıları Frame'in yazarlık ve şairlikteki ustalığını, obsesif-kompulsif olma özelliğiyle de birleştirerek otistikliğe bağlıyor. Otistikti ya da fazlasıyla hassas bir ruha sahip, bir nevrotik. Bunu bilemeyiz, ancak bir edebiyatsever olarak önümüzde, hem de büyük bir zevkle okuyacağımız kitaplarından toplayacağımız ipuçları olabilir. Bu kapsamda Bir Başka Yaza Doğru, çok değerli bir yere sahip. Çünkü içerdiği hayli otobiyografik özellikler nedeniyle fazla şahsi bulunduğu için ancak ölümünden sonra yayımlanabilmiş. Romanı okuyunca karşınıza çıkan fazlasıyla hassas bir ruh oluyor. Bu aşırı hassasiyet nedeniyle, edindiği tüm yazınsal başarılarına rağmen kendini küçük konforlu evine hapsetmiş, münzevi bir yaşam sürmekte olan yazar Grace Cleave bir gün kendisiyle röportaj yapan bir gazeteciyi kıramayarak onun hafta sonunu ailesiyle birlikte şehir dışındaki evlerinde geçirme teklifini istemeden de olsa kabul etmek zorunda kalıyor. Yeni romanında da bir tıkanıklık yaşayan Grace, ayakları geri geri gitse de aileyle birlikte hafta sonunu geçirmek için evlerine gidiyor. Ve burada kendi hassas iç sesini dinlemekten, çevresindekilerle iletişim kurmayı beceremediği, ruhuna ıstırap veren, bir noktadan sonra traji komik durumlar sergileyen bir hata sonu geçirmek zorunda kalıyor. Yalnızca iç sesini dinlemekle kalmıyor, anılarına, Yeni Zelanda'daki yoksul ama mutlu ve ilginç bir şekilde gayet sosyal olduğu çocukluğuna kadar uzanan bir yola çıkıyor. Ve işte orada anlıyoruz ki Grace, kendisinin de sık sık söylediği gibi bir tür kuştur, vatanından uzakta sıla hasreti çeken, yuvasını ve çocukluğunu özleyen, yabancılıkla kavrulan bir göçmen kuş... Janet Frame'in hassas ruhunun ince bir kanat gibi örttüğü bu öykü, içerdiği nevrotik hallerle bir yandan Sylvia Plath'i bir diğer yandan da Virginia Woolf'u da anımsatıyor. Aynı onlar gibi görünürdeki sıradan durumların ve sıradan sohbetlerin ardındaki can yakan, hassas ruhları örseleyen ince imaları söküp ortaya çıkarıyor.
BİR BAŞKA YAZA DOĞRU
Janet Frame Çeviren: Z. Ceyil Özmen Yapı Kredi Yayınları Roman, 210 s., 14 TL
TADIMLIK NİYETİNE: SELAM OLSUN VIRGINIA WOOLF'A!
Kırmızı Kedi Yayınları, Virginia Woolf'un eserlerini yeni çevirilerle yayımlamayı sürdürüyor. Mrs Dalloway'in ardından sıra Deniz Feneri'nde... Woolf'un en otobiyografik romanı olarak nitelenen Deniz Feneri, yazarın kendi ailesinin izlerini taşır. Sıcak ve içtenlikli bir aile atmosferiyle dokunan roman, sekiz çocukları ve dostlarıyla birlikte bir adada yaz tatilini geçiren Ramsay ailesinin çevresinde döner. Kocasına hayran güzel Mrs. Ramsay, ressam olmak isteyen, yaşı geçkin bekâr Lily, züğürt Tansley, eşiyle çocuklarına duyarsız davranan bencil Mr. Ramsay, Deniz Feneri'nin öne çıkan figürleri. Bu kişilerin karakterlerini ele veren iç monologlarıyla gelişen roman, adanın açıklarındaki deniz fenerine yapılacak gezinin ve Lily'nin elinden çıkacak Mrs. Ramsay tablosunun izleğinde ilerliyor. Woolf'un şiirsel metni adanın seslerini ve görünümleri okura taşırken, I. Dünya Savaşı öncesi İngilteresi'nin geleneksel aile yaşamının felsefi ama son derece özel portresini de çiziyor. Deniz Feneri, Woolf'un kendi çocukluğuyla uzlaşması olduğu kadar yirminci yüzyıl başlarında kadının toplumdaki yerini, evlenmenin kadın yaşamındaki rolünü, kadının hayatta evlilik dışında anlamlı bir hayatı olup olamayacağını derinlemesine irdeleyen, feminist sorunlar üzerine eğilen bir roman.
DENİZ FENERİ
Virginia Woolf Çeviren: Kıvanç Güney Kırmızı Kedi Yayınları Roman 232 s,, 16,5 TL