Almanya'nın Köln kentinde düzenlenen en büyük gıda fuarı Anuga'dan döner dönmez, ayağımın tozuyla size oradaki coşkulu izlenimlerimi aktarmaya kararlıydım. Beş gün boyunca TÜYAP'ın dört-beş katı alana yayılmış uçsuz bucaksız fuar alanında dünyanın dört bir yanından gelmiş 6 bin 500 katılımcı firmanın stantlarını gezmek beni çok etkiledi. Bu yıl Türkiye, fuarın özel konuğuydu. AB ülkeleri önemli Türk gıda ürünlerine ithal kısıtlamaları ve yasaklar koymalarına rağmen ilk kez 180'den fazla Türk firması Anuga'ya katılmıştı. Böylesine uçsuz bucaksız bir yeme içme sergisi, Mahmutpaşa'dan geçerken bile başı dönen, sergilenen ürünler arasındaki farkı ayrıştıramayacak kadar ambale olan benim gibi birinin algılama kapasitesinin çok ötesindeydi. Zaten beş gün içinde her tarafı hakkıyla gezebilmenin mümkün olduğunu da sanmıyorum. Bu gibi fuarlar biz tüketiciler için değil, alıcılarla satıcıları buluşturmak için düzenleniyor ve onlar da fuarın sadece kendilerini ilgilendiren bölümlerinde dolaşıyor.
HER YIL 30 BİN YENİ ÜRÜN
Konuştuğum Türk katılımcılardan fuarda olumlu bağlantılar kurduklarını öğrenmenin de katkısıyla, Anuga deneyimimden mutlu olarak uçağa bindim. Ancak uçakta bu haftaki Alman Der Spiegel dergisini karıştırırken okuduğum bir yazı bütün keyfimi kaçırdı. Dergi, gıda endüstrisinin her yıl 30 bin, yani haftada 600 yeni ürünü piyasaya verdiğini söylüyordu. Bu aslında ilk bakışta gurur verici bir rakamdı. Ama dergi, hepsinin de etiketlerinde kalite damgaları, saflık garantileri, modern beslenme değer formüllerinin yer aldığı bu ürünlerden büyük bir bölümünde tüketicinin aldatıldığını, bunda firmalardan yana tavır koyan resmi makamların da suçu olduğunu belirtiyordu. Dergi, son zamanlarda Almanya'daki skandalların da gösterdiği gibi, gıda endüstrisinin aromalar, sahte temel maddeler ve büyük reklam kampanyalarının gücüyle, asıllarıyla lezzet benzerliği dışında hiçbir ilgisi olmayan gıda ürünlerini piyasaya sürdüğünü açıklıyor. Buna göre, Türkiye'de de pazara egemen olan dev uluslararası gıda kuruluşları bir zamanlar kurşundan altın yapmaya çalışan simyacılar gibi, kimyasal maddeleri yiyecek, içeceklere dönüştürüyorlar. Örneğin süt proteininin yerini bitkisel yağlar alıyor, hakiki tat maddelerinin yerini ise yapay tatlandırıcılar.
ALDATICI REKLAMLARA DİKKAT
Sadece yapay aroma endüstrisinin yıllık cirosu 10 milyar avroya ulaşmış. Bizde de iki yıl kadar önce ortaya çıkan, ancak daha sonra bir daha üzerinde durulmayan sahte peynirler Almanya'da da var. Taze kaşar benzeri bu peynirlerde süt yerine bitkisel yağ kullanılıyor. AB yasalarına göre bu gibi ürünlerin üzerinde 'peynir' ibaresinin bulunması yasak. Dolayısıyla peynir yazmıyor. Ama pizza zincirleri ve birçok fırın, aldırış etmeden bu ürünleri kullanıyor. Der Spiegel dergisi, bizde olduğu gibi, tüketicinin daima en ucuz ürünlere ilgi göstermesinin bu sahtekârlıkları körüklediğini belirtiyor. Ancak Almanya'da tüketiciler örgütlenerek bu tür gıda ürünlerine savaş açmışlar. Bunun da etkisiyle üretici firmalar birer ikişer aldatıcı reklamlardan vazgeçiyorlar. Örneğin içinde bir damla bile limon suyu olmadığı halde 'limonlu kek' adıyla üretim yapan bir firma hiç değilse paketin üzerindeki limon fotoğrafını kaldırmış. Ünlü bir dondurma firması bundan sonra dondurmalarında yapay vanilya kullanmayacağını açıklamış. Ancak bu da yeterli değil. Çünkü 'doğal aroma', vanilya çubuğunun içi kazınarak elde edilen hakiki vanilya özü anlamına gelmiyor. Sadece bileşimindeki öğelerin doğada bulunanlardan oluştuğunu gösteriyor. Vanilya aroması ise genellikle kâğıt endüstrisinin tahta atıklarından elde ediliyor. Çilek aromasının önemli öğelerinden biri de ağaç yongaları. Şeftali gibi kokan şey, aslında küf mantarı kültürlerinden elde ediliyor. Deniz ürünleri aroması ise balık atıklarından ayrıştırılıyor. Dergi, bir gıdanın taze ve meyvemsi algılanması için kullanılan yapay limon asidi E 330'u örnek veriyor. Limonatalarda, şeker endüstrisinde ve dondurmalarda kullanılan bu madde, özellikle çocukların dişlerini olumsuz etkilediği gibi, kurşun ve kadmiyum gibi ağır metallerin vücuda girmesini de kolaylaştırıyor.
UMUTSUZLUĞA KAPILDIM
Der Spiegel'deki yazıda daha neler neler yoktu ki... Sözüm ona 'sağlıklı meyveler'den üretilen meyve sularında en çok yüzde 12 oranında hakiki meyve suyuna rastlanıyordu. Lezzet artırıcı glutamat maddesi artık her gıda ürününde kullanıldığı için bu giderek risk oluşturuyordu. Yarı mamul halde dondurulduktan sonra uzun süre pişirilip 'taze' olarak satılan katkılı ekmek taklitlerini, birkaç yıl öncesine kadar Asyalı kadınların saçından elde edilen cystein adlı maddenin ekmek hamurunun esnekliğini, yapılarda kullanılan alçının ise ekmeğin dayanıklılığını artırdığını okuyunca sıkıntı bastı, umutsuzluğa kapıldım. Nihayet kafası karışan okurlara Amerikalı yazar Michael Pollan'ın "Büyük büyük annenizin yemediği hiçbir şeyi siz de yemeyin," öğüdü biraz içime su serper gibi oldu. İyi de, o yiyecekleri nereden bulabilecektim? Aynı isimde olsalar bile laboratuvarlarda içeriklerinin değiştirilmediğini, genleriyle oynanmadığını nereden bilecektim? Yine de yazarın bu öğüdünü belleğime yazdım. Pollan ayrıca, "a) hiç bilmediğiniz, b) adını telaffuz etmekte zorlandığınız, c) içinde beşten fazla malzemenin bulunduğu ve d) fruktoz açısından zengin mısır şurubu içeren gıda ürünlerini almayın," da diyordu. Bunun yetersiz olduğu söylenebilir ama yetersizliğine rağmen, bu kadarcık bir yol gösterme bile hilelerle dolu yeme içme