- Kitabın başındaki epigrafa gelelim. Sitüasyonist yazar Raoul Vaneigem'in "Devrim ve sınıf mücadelesi üstüne konuşurken açık açık gündelik hayattan söz etmeyenler, aşkın yıkıcı gücünü ve sınırları reddetmenin olumlu yanını anlamayanlar; o insanların ağzında bir ceset var," sözlerini alıntılıyorsunuz. Ali ile Ramazan 'sınıf bilinciyle' yazılmış bir kitap mı?
- Önce kitaba nasıl başlayamadığımı anlatayım bunun için. Köşemi bıraktım, yazın çok serserilik yaptım ve bir türlü romana giremedim.
Ali ile Ramazan'ı yazarken canımın çok yanacağını biliyordum. Neredeyse kendimi korumak adına romana giremedim yani... Sonra Hollanda'ya gittim, Amsterdam'da bir residency kazanmıştım. Amsterdam Athenaeum kitapçısının üstünde yaşıyordum. Günde iki üç defa markete gidiyordum, en büyük mutluluğum buydu. Şehrin en ortasındaydım. Eski işgal edilmiş binalara bakardım. Japon turistler bu binaların önünde fotoğraf çektiriyordu hep. Sonra günlerden bir gün yürürken bu işgal edilmiş binalardan birinin duvarında, kitabın başına koyduğum bu yazıyı gördüm. Aslında benim anlatmaya çalıştığım tam da buydu. Sınıf bilincim bir yazar olarak elbette var. Ama bir akademisyen olarak yazmak gibi bir durumum yok. Kitaplarım için hiçbir zaman araştırma yapmıyorum. Fındıkzade Mirialem sokağa gitmedim mesela. Belki oraya gitsem, yaşadıkları kötü binalara baksam çok daha uzun tasvirler yapacağım. Ama araştırma yapmıyorum, sevmiyorum. Bunun çok demode bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Ne kadar sosyolojik ve politik olmamasına çalışsam da romanın siyasi bir yanı da var. O alıntı bu yüzden cuk oturdu. Hayat karşıma çıkardı.
- Kitabın başlangıç bölümleri çok çarpıcı...
- Amsterdam'da yazdım o bölümleri. Kitabın yedi bölümü orada yazıldı. Ama
Ali ile Ramazan'a başlamak çok zordu, üç-dört tane çok kötü başlangıç yaptım. İlk bölüm çok basit aslında; gazete alıntılarından oluşuyor. Buna karşın dokuz kere yazdım bu bölümü. Orada köşe yazarı Perihan Mağden devreye giriyordu çünkü.
- Yani hikâyeyi daha dengeli bir tonla mı anlatmak istiyordunuz?
-
Hürriyet'e hakaret etmeme güdüsü vardı içimde ama tabii içimden feci halde laf sokuşturmak da geliyor... Orada medya eleştirisine girmemeye çalıştım. Kendimi azaltarak, aşırı derecede geriye çekerek yazdım. Kelime oyunu yapmamak için çok büyük bir gayret gösterdim. Kendi üslubumu yok etmeye çalıştım. Hikâye o kadar güçlü ve çarpıcı ki zaten... Ayrıca bu çocuklara karşı sorumluluk hissettim. O kadar acıklı bir durum ki: Onlar ölmüş gitmişler. Ben onları bir şekilde diriltiyorum, reenkarnasyona uğratıyorum. Onlara karşı sorumluluğum var. "Cır cır" benim yazar sesim duyulsun, araştırmacılık yapayım, numara yapayım, bunları istemedim. Çok zor, çok çiğ bir şekilde istedim ki, onların hikâyesi konuşsun.
- Kitabın nasıl karşılanacağını düşünüyorsunuz?
- Bu biraz da homofobiklik testi gibi olmayacak mı? Türk gencinin homofobiklikle imtihanı diyemez miyiz buna? "Romanlarında hiç erkek yok, olanlar da çok kötü, nerede erkek, nerede bu devlet!" diyenlere "İşte erkek!" diyorum. Kadınlar ise ancak siluet olarak var
Ali ile Ramazan'da. Okurların bu kadar erkeğe dayalı bir roman bulabileceklerini zannetmiyorum. Onlar için bir homofobi testi olacak.
- Peki hep romanların en büyük okur kitlesini oluşturduğu söylenen orta sınıf kadınların tepkisi ne olacak?
- Eminim bir anne güdüsüyle okuyacaklar. Okuyup seveceklerine, ağlayacaklarına eminim. Her kadının içinde bir anne var. Bir annenin gay doğurma şansı yüzde 10. Biyoloik olarak her kadının, eğer içinde feci bir Lady Macbeth veya Hanım Ağa karakteri yoksa, doğurmaya yatkın olduğunu, gay bir çocuğa karşı büyük bir kabulü olduğunu düşünüyorum. "Ah onları evlat edinebilsem!" diyecekler. Zaten bir okur
Ali ile Ramazan'ı okuma girişiminde bulunuyorsa, o okurun içinde bir 'empati katsayısı' olduğunu düşünmek isterim.
RUHEN RAMAZAN'A YAKINIM
- Ali, Alevi...
- Evet, doğum yeri Hatay Samandağ olanherkes gibi Alevi o da. Ali'de Alevilerde görülen müthiş tevekkül var; dinlerinden kaynaklanan, mazoşist standartlara ulaşmış bir tevekkül içindeler, bu yönüyle Hıristiyanları andırıyor.
- Peki hangi karaktere daha yakınsınız?
- Yakın olacaksam Ramazan'a olurdum. Bir kahramana kendi özelliklerini ödünç veriyorsun sonuçta ve sabırsızlık, isyankârlık gibi özellikleriyle ben en çok Ramazan'a yakınım.
ELEŞTİRMENLERE KIZIYORUM
Bir önceki romanınız Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?'nin Türkiye'de nasıl karşılandığını düşünüyorsunuz?
- Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?'nin 'karşılanmadığını' düşünüyorum. Bütün kitaplarımın karşılanmadığını düşünüyorum aslında. Ülkede doğru dürüst bir eleştiri mekanizması yok. Çok iltifatkâr bir iki eleştiri çıktı ama onlar da "Bu kitap, Lacan'a göre şöyledir" filan tarzı yazılardı. "Ne kadar entelim Allah'ım, post-feminist söylemde bu kitabı bak böyle okuyorum!" tarzı yazılardı bunlar. Böyle olunca ben de çok yabancılaşıyorum. Kitaplarım yurtdışında hep çok daha iyi karşılanıyor. Oysa zeki, zehir gibi gençler çıksa, şu çok satan kitaplar hakkında, "Neden 500 bin kişi bu kötü kitapları okuyor yahu?" diye sorsa böyle olmaz. Ama buna da tenezzül etmiyorlar. Kapağında Tanpınar yazmıyorsa niye yeni bir romancıyla uğraşsın? O oturur Don Kişot'u yazar. Genç kuşaktan eleştirmen çıkması lazım. Zehir gibi isimler niye kendilerine güvenmiyorlar, anlamıyorum. Bir ömür Don Kişot'u okumakla, Tanpınar üzerine 80 bin sayfa yazı yazmakla geçmez ki ya! Eleştirmenliğin eğitici, yol gösterici bir yanı olması gerektiğini düşünüyorum. - Genç eleştirmenler yok diyorsunuz, peki halihazırda isim yapmış eleştirmenlerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
- Türkiye'de 'sosyalist gerçekçi eski amcalar geleneği' var hâlâ. Bu geleneği sürdüren 'kasaba abileri' var. Eskiden Fethi Naci vardı. Ama eski büyük eleştirmenler kadar güçlü değildi o da. Sosyalist gerçekçilikte kalmış bir eleştirmendi. "Ben zarlarımı attım" dediği adamlar korkunç romanlar yazıyordu. Bir de ondan bayrağı tam devralmamış 'yarı sosyalist gerçekçi yarı kasaba abisi kılıklı bıyıklı abiler' var. Onlar da benim edebiyatımı tamamen yok sayıyorlar. Tenezzül edemezler çünkü!
ÖZKÖK'Ü KÖŞEMDEN UĞURLAMAK İSTERDİM
- Köşeyazarlığını bırakıp roman yazmak bir rahatlama mı, sorumluluk mu?
- Köşemi üç kere filan bıraktım, bu romana başlamadan önce çok euphoric (sevindirik) bir ruh halindeydim, o kadar mutluydum, sokaklarda dans edip şarkı söylemeye o kadar hazır durumdaydım ki, Julie Andrews gibiydim!
Taraf ve SABAH dışında aylardır gazete okumuyorum, sadece pazar günleri sembolik olarak gazete alıyorum. Sonra onları da açmadan çöpe atıyorum. Feci derecede iğrenmişim, "tiskinmişim," öyle diyorlar ya... Fakat gün oldu devran döndü, kitabın bitmesine yakın kanım bitlenmeye başladı... Çok önemli olaylar oldu Türkiye'de. Ertuğrul Özkök'ü mesela köşemde uğurlamak isterdim. Ona güzel bir veda yazısı yazmak, "Buradan ta Ergenekon'un dibine kadar yolun var!" diye yazmak isterdim. Mesleki deformasyon geri geldi anlayacağın.
- Sonra Kozmik Oda çıktı bir de...
- Özkök gitti, Balyoz Planı, Kozmik Oda derken dengem bozuldu. Kozmik Oda beni delirtti, hâkimi Kozmik Oda'ya aldılar almadılar, o olaylarından beri sokakta yürürken aklımda köşe yazısı yazmaya başlıyorum. O zaman da mesleki deformasyonun geri geldiğini, vampirler âleminin beni geri çağırdığını anlıyorum. Kan gerekiyor yani! Ama önceden yemin ederim tertemizdim doktor bey! Fakat şöyle rahatlayıcı bir şey var: Gidecek yerim yok, köşeyazarlığı teklifi artık gelmez diye düşünüyorum!