Komedi de yaptı, ekranların en 'kötü adam'larını da oynadı... Her ne yaptıysa tam da onun gibi oyuncular için kullanılan deyimle 'hayvan' gibi oynadı, her rolün hakkını verdi, 'vay be' dedirtti. Her seferinde de damaklarımızda nefis bir tat bırakıp ortalıktan kayboldu. Evet, hiçbir yerde görünmüyor, konuşmak istemiyor, fotoğraf dahi vermekten kaçıyor. Tam da bu yüzden galiba, ben onu hep utangaç, içe kapanık, iletişim kuramayan biri olarak düşündüm. Meğer tam aksiymiş; neşeli, kendine güvenli, hatta hayli konuşkan çıkmasın mı? Haliyle, bir kez daha 'görüntü yanıltıcı olabilirmiş' dedim kendime. Acayip iyi anlaştık; niye bu kadar mesafe koyuyor, neden kaçıyor, duvar örüyor, bu kadar iyi bir oyuncuyken neden bu kadar az projede yer alıyor, hepsini bu röportajda anlattı. Küçücük, ufacık bir adam gibi görünüyor ama adı gibi olgun, oturaklı. İşte merak edenler için bütün hayat hikâyesiyle Olgun Şimşek...
En baştan başlayalım mı? Nerede doğuyorsunuz, nasıl bir ailede?
- Yıl 1971. Bursa Orhaneli'nin Yenice Köyü'nde doğmuşum. Uludağ eteklerinde bir dağ köyü. Güzel bir köy... Annem ev hanımı, babam ilkokul öğretmeni. Baba biraz da sürgüne müsait bir öğretmen...
- Solcu mu yani?
- Hem solcu, hem Alevi, hem de Kürt!
- Üçü bir arada!
- Evet, aynen. Anne tarafı ise Türkmen. Aslında son zamanların popüler deyimiyle açılımın ta kendisiyim ben!
- Bu kimliklerin farkında büyümenizi mi sağladı aileniz, özgür mü bıraktı sizi?
- Bunlar konuşulurdu ama dikte etmezlerdi. Yaşananı olduğu gibi görebilen bir çocuktum ben. Eğer biraz özgüvenim varsa babamdan kaynaklanan bir şeydir; 'Kendin gibi ol, kendi fikirlerinle kendini ifade et, üç beş köşe yazarının lafıyla konuşan insanlardan olma,' derdi hep.
- Kürt olduğunuz fazla bilinmiyor...
- Bu bilinsin diye özel bir şey yapmıyorum çünkü, Kürt olduğum için sokaklarda başka türlü yürümüyorum.
- Nasıl bir çocukluk geçirdiniz peki?
- Babam Kürt ve solcu olunca, 'dur bakalım arkadaşı nereye sürelim' diye olmayacak şeyler geldi başına. Anne de çalışmıyor, iki kardeşiz, dolayısıyla yokluk vardı hayatımızda. Çok paramız olmadı ama parayla ilgili açgözlü iştahlarım da olmadı hiç. Daha çok param olsun diye her sene dizi çekmedim mesela!
- Kaç yaşına kadar köyde yaşadınız?
- Lise 1'de babam yine ufak bir sürgün yaşadı. Gittiğimiz yerde de lise yoktu. O sıralar, öğretmen çocuklarını öğretmen okullarına yatılı alan bir uygulama vardı, o kontenjanla Adapazarı Harbiye Öğretmen Lisesi'ne gittim. Bir yıl okuyabildim.
- Ne oldu?
- Dinci ve faşist bir yapılanma vardı. Eğitim vermek yerine sıkboğaz etmek üzerine kurulu, 'onu yiyebilirsin bunu yiyemezsin, bunu seyredebilirsin, bunu seyredemezsin, sen neden o çocuklarla görüşüyorsun bakiyim' diyen bir zihniyet. Herkes kendi tarafına çekmeye çalışır seni. Yani olmayan tek şey eğitimdi!
- Bütün bunlarla karşı karşıyayken nasıl hayaller kuruyordunuz?
- 15 yaşımdaydım ve tek derdim, hayalim üniversite okumaktı. Bir taraftan da çocukluğumdan beri sosyal bir adamdım, girişken birisiydim... Bir ölçü peşinde olmuyorsunuz ya o zamanlarda; ne varsa elinizde, cebinizde ortaya çıkarıyorsunuz, insanlara 'ben de varım, boyum kısa ama vallahi çok yetenekli bir insanım' deme ihtiyacı duyuyorsunuz.
- Komik bir çocuk muydunuz?
- Büyümüş de küçülmüş bir modeldim. Canım isterse komik oluyordum, canım isterse türkü söylüyordum. Şimdi de öyle biraz. Komiği de biliyorum, kötü adam oynamayı da, ağlangaçlı olmayı da. Ama bunları istediğim zaman yapmayı seviyorum. Yani şakacı olabiliyorum ama çok şaka meraklısı birisi değilim!
- Böyle küçük bir çevrede, dahası köyde büyürken, etrafında hiçbir rol model; yokken, oyunculuk insanın aklına nereden gelip yerleşiyor?
- Aslında sizin çok derinlerinizde bir şey bu yetenek dediğiniz şey. İlerde tiyatrocu olacağınıza 10 yaşında karar vermiyorsunuz ama bir gün lisede tiyatro yapılması söz konusu olduğunda en sosyal, en girişken, en fırlama insanlar aranıyor ya, onlardan birisi oldum ben de.
- Yeteneğinizi seçildiğiniz an mı fark ettiniz yani?
- Ben hiçbir şey fark etmedim, sadece yaptım. Başkaları fark etti. Kendimi ifade edebilmek için çırpınıyordum sadece... Mesela boyumun kısalığı benim için büyük problemdi, annemin bana yumurta, süt, bal karıştırıp içirdiğini hatırlarım.
- Ne olmak istiyordunuz?
- Avukat ya da siyasetçi. Babama ve onun gibi pek çok insana yapılan haksızlıklar herhalde bu isteği yarattı. İyi ki olmamış, benden siyasetçi olmaz çünkü.
- Niye olmasın?
- (Düşünüyor) Aslında niye olmasın, evet. Ben istersem benden her şey olur. Fakat siyaset zor, çok öfkeli bir yer orası.
BİR ZAMANLARIN KÜÇÜK EMRAH'IYDIM!
- Avukatlık, siyasetçi olma hayalleriniz ne zaman değişmeye başladı?
- Kızlar çok ilgilenmeye başladığında...
- Hah işte budur!
- Çünkü kısa boylu ve çirkin olunca...
- Haksızlık etmeyin kendinize!
- Sempatik diyelim (gülüyor) Çocukken tam bir şey belirmiyor ya, tombul yanaklı, neredeyse alnından saçları çıkan falan bir adamdım. Bir kıza çok âşıktım fakat onun umrunda bile değildim. Çok yakışıklı, uzun boylu ve zeki arkadaşım Cem'e âşıktı o. Ben şarkı söylediğimde, güldürdüğümde, yeteneklerimi sergilediğimde benimle ilgileniyorlardı. Gelip yanaklarını sıkmaya başlıyorlar, dokunuyorlar, sarılanlar oluyor. Sen daha çok sarılıyorsun. (gülüyor)
- 'Bu alana yatırım yapayım,' dediniz siz de...
- Ben karar vermedim, kendiliğinden gelişti. Şunu da unutmamak lazım, tiyatro seyretmek, sinemaya gitmek gibi şeyler yoktu. Zeki Alasya-Metin Akpınar oyunlarının ses kasetleri vardı o dönemlerde, onları dinleyip oyun sahnelerdik. Çok türkü söyletildi, siyasilerin taklidi yaptırıldı bana. Lise ikide 'Sahneye çıkar mısın?' durumları oldu. Gösterilen ilgi üzerine de lise sonda 'Konservatuar düşünmüyor musun?' diye bir soru karşıma çıktı.
- Kimdi bunu soran?
- Ceyda Düvenci'nin babası İsmail Düvenci, aynı yerde yaşıyorduk o zaman. İsmail Abi, saygıyla, minnetle andığım bir insandır. Ben bir şey istemeden, bir lise oyununda beni görüp, 'Mutlaka konservatuara girmen lazım,' demesi çok önemliydi. Fakat benim asıl hedefim müzikti.
- Aaa ne alaka?
- Ortaokul ve lise yıllarında bir dönem küçük bir ekibim vardı; düğünlere gider para kazanırdım. O zamanların Küçük Emrah'ıydım bir nevi. Fuarlarda falan da çıktım sahneye. Ama türkü seviyordum ben, arabesk benim hayatıma İstanbul'a geldikten sonra girdi. Ama onu da seçerdim; mesela Müslüm Gürses özel bir sestir, özel bir ruhtur bana göre.
- Siz de yıllar sonra Suzan Kardeş'in albümüyle giderdiniz şarkı söyleme özlemini?
- Aslında özlem olmadı,
Mega Şov'da İbrahim Tatlıses'le çalışırken sahnede arada bir şarkı söylüyordum. Bir gün sesi kısılınca, gösterinin bir parçası olarak Demet Akbağ'ın ısrarlarıyla ben şarkı söyledim. Çok beğenildi. Daha sonra
İbo Show'da devam etti o 'Güçlü' karakteri. Çok kaset teklifi de geldi bana ciddi firmalardan. Bunları biz dillendirmeyi çok sevmediğimizden insanlar şaşırıyor genelde.
- Bilenler, 'Olgun'un sesi çok iyidir' diyor...
- Çok muazzam bir sesim olduğunu düşünmüyorum ama her işte olduğu gibi ona da ruhunuzu katabildiğiniz zaman, çok içerlerden, samimiyetle söylediğiniz zaman ilgi çekiyor..
BARIŞTIĞIN ZAMAN NE YAPACAĞINI BİLECEKSİN
- Hülya Avşar gibi, sizin de bir yanınız Türk, bir yanınız Kürt. Kürt açılımı konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Neden barışmaktan bu kadar korkuluyor?
- Çünkü barışınca ne yapacaklarını bilmiyorlar! Çünkü barıştığın zaman susmak lazımdır. Susmak ise dünyanın en zor işlerinden bir tanesidir. Karı-koca kavgası ve barışması gibi. Susup kendinle ilgilenmek, susup kendin olmak, susup gazete okumak, yemek yemek ve o ilişkiyi hâlâ sürdürebilmek, hâlâ ayakta tutabilmek gerekir. Kürt-Türk meselesinde de durum bu. Zaten derinlerine inmeye, herkesin kullandığı cümleleri kullanmaya gerek yok tekrar tekrar. Her şeye razı olarak masaya oturan gerçekten barışır. Ama barışınca ne yapacaklarını bilmiyorlarsa barışamazlar, bir şekilde kalkarlar o masadan. Mevlana'nın bir lafı vardır; ne aradığını bilmiyorsan bulduğundan hiçbir şey anlamazsın. Bileceksin, ne istiyorsun? Barışmak için de önce kendinle barışman, öfkelerini halletmen lazım.
AÇGÖZLÜLÜK ÇOK GÜNAH!
- Bir Demet Tiyatro, diziler, bir-iki sinema filmi derken Yazı Tura filminde sanıyorum tam altı ödül birden aldınız, 'En İyi Erkek Oyuncu' seçildiniz festivallerde. Böyle bir başarıdan sonra beyazperdede neden yoksunuz?
- Bu benim seçimim. Bir de iyi oynuyorum diye ya da bir insan bir işi çok iyi yapıyor diye, sürekli yapması gerek diye bir kural yok ki!
- Tamam da nasıl tutabiliyorsunuz kendinizi? Piyasanın içinde olmak, para kazanıyor olmak, 'buradayım' dememeye nasıl dayanıyorsunuz?
- Bu kişilikle de ilgili bir şey. Açgözlülük hiç olmadı bende. Yemek yerken de olmadı, iş yaparken de, ilişki kurarken de. Açgözlülük en önemli günah... Üstelik, oyunculuğu çok seven birisi olarak benim için zor olduğu halde tutuyorum kendimi, çok farklı şeyleri oynamak istiyorum çünkü.
- Yazı Tura'dakinden daha iyi rol mü gelmedi peki, neyi beğenmediniz?
- 'Hah budur, bu rol beni tatmin eder' duygusu hiç olmadı, evet.
- Çeteleşme de var sinema piyasasında. Her yapımcının, her yönetmenin çalıştığı oyuncular var...
- Evet ama ben özgürüm. Bir yere ait olduğunda, oranın kararlarına göre hareket etmen gerekiyor. Ben çocukluğumdan beri bana bir şey dayatıldığı zaman çok öfkelenen ve buna tepki gösteren bir adam oldum. Ben bir işi istersem yaparım, istemezsem yapmam.
İSTANBUL'A GELİR GELMEZ ÖNCE ŞEHİRLİ OLMAYA ÇALIŞTIM
- Konservatuvarda okumaya gelince, İstanbul'a uyum sağladınız mı?
- Ben şehirli değildim. Üç bin, beş bin nüfuslu yerden gelen, birtakım kalıplarla, kurallarla büyümüş biriydim, zordu.
-
Oyunculuk adına ne öğrendiniz o sırada?
- 'Bunun için ne yaptın' sorularının karşılığı bende çok fazla yok, hayata bıraktım biraz kendimi, şehirli olmak için İstanbul'a bıraktım. Benzin istasyonlarında, belediye otobüslerinde muavin olarak çalıştım, izledim herkesi. İlk sene sınıfta bıraktı beni Yıldız Hoca (Kenter).
- Neden?
- Konuşmam bozuktu; biraz Türkçe, biraz Kürtçe, biraz da babamın gitmek zorunda olduğu her yerden kaptıklarım... Bir de çok heyecanlı bir adamdım, hızlı konuşuyordum. Sakin olmam gerekiyordu. Yıldız Hoca da bunu gördü. 'Bu sene çalışalım seninle,' dedi.
- Yıkılmışsınızdır...
- O yaşlarda, o kafada hüsrana uğruyorsun tabii. 'Benden hiçbir şey olmaz', oyuncu moyuncu hiç olmaz, köyüne dön,' diyordum.
- Ne durdurdu sizi?
- Senden oyuncu olmayabilir ama o küçük yere dönmek de bir şey kazandırmayacak! Çalışmak her zaman işe yarar, çalışırsan olur, ikinci üçüncü sınıfta galiba yırtmaya başladım...
- Nasıl yırttınız?
- Konservatuarda oynadığım bir oyundan sonra
Mega Show fırsatı doğdu. Oradan
İbo Show. Derken o ekran deneyimi, benim sinema piyasasında fark edilmemi sağladı.
PARA İSTESEYDİM ŞİMDİ DAHA ÇOK PARAM OLURDU
"Ne istediysem o oldu hayatta, gerçekten istediğim her şeyi yaptım, istediğim şekilde yaptım üstelik. Başka şeyler isteyebilirdim, mesela daha çok para kazanmak isteseydim, şu anda daha çok param olurdu. Para kazanayım diye girmedim hiçbir işe. Bir işi iyi yaparsan, kendiliğinden birtakım getirileri olur; neyse o işte, para pul, şan şöhret, prestij. Öyle düşündüm ben hep."