Dünyaca
ünlü piyanist Alexis Weissenberg, iniş çıkışlarla dolu bir kariyerin ardından geçen hafta yaşamını yitirdi. Ölümüne kadar bestecilik yapmayı sürdüren Weissenberg'in
Piyanist filmini andıran hayat hikayesinin en önemli bölümlerinden biri de Türkiye'de geçmişti. Weissenberg'in Nazi zulmünden kaçışı, annesiyle birlikte yaşadığı Bulgaristan'da, 1941 yılında başladı. İşgal altındaki ülkede, Yahudi asıllı olmaları nedeniyle büyük baskı altında yaşıyorlardı. Bu nedenle kaçmaya karar verdiler. Ancak sahte pasaport, izin kağıtları ve sahte Türkiye vizesi ile gerçekleştirilen kaçış girişimi, Alexis ve annesinin ülkeden çıkarken yakalanmalarıyla sonuçlandı. Bu nedenle ikisi de Bulgaristan'daki bir toplama kampına atıldı. Polonya'daki imha kamplarına gönderilmeden önce geçici bir durak olan bu kampta, Weissenberg müzik yeteneği sayesinde hayata tutunma imkanı yakaladı. Kaldığı koğuşun sorumlusu olan müzik tutkunu Alman subay, genç Alexis'in kampa götürülürken yanında bulunan akordiyonu çalmasına izin veriyordu. Hatta, Franz Schubert'e ait besteleri çalan Alexis'in akordiyonunu her duyduğunda, kendisi de aynı besteciye tutkun olduğu için koğuşun kapısına gelerek uzun uzun onu dinliyordu.
TRENE ATLAYIP İSTANBUL'A SIĞINDILAR
Weissenberg ve annesi, kampta zorlu üç ay geçirdi. Ardından bir gün, aynı subay tarafından hiçbir açıklama yapılmadan koğuşlarından alınarak dışarıya çıkartıldılar. Subay onları hızla tren istasyonuna götürdü ve "İyi şanslar," diyerek o sırada kalkmakta olan bir trene bindirdi. Alexis ve annesi, böylece hiçbir sorunla karşılaşmadan İstanbul'a kadar seyahat etti. Annesinin kardeşi İstanbul'da yaşadığı için hemen onun evine sığındılar. Böylece Alexis, uzun bir süre sonra ilk defa İstanbul'daki o evde yeniden piyano başına oturabildi. İstanbul'da kaldıkları üç ay boyunca oğlunun müzik eğitimini devam ettirmesini isteyen anne Weissenberg, uzun arayışlar sonunda İstanbul'da küçük bir müzik atölyesi olan Sommer adındaki öğretmenle anlaştı. Weissenberg, "Biraz kaba saba çalıyordu," diye hatırladığı öğretmeni ile özellikle sonradan kariyerinde önemli yer tutacak olan hızlı pasajları çalıştı. Anne-oğul; pasaportlarının ve izin kağıtlarının hazırlanmasının ardından ise o zamanki Filistin'e doğru yola çıktı. Weissenberg'in oldukça dramatik başlayan 2. Dünya Savaşı hikayesi mutlu bir şekilde sonuçlandı. Önce Hayfa'ya göç etmiş olan teyzelerini bulan Weissenberg'ler, bir sene sonra Kudüs'e yerleşti. Kudüs Müzik Akademisi'nde eğitimine devam eden Alexis Weissenberg, İsrail Filarmoni Orkestrası'nın kurulması ile birlikte orkestrada daimi solist görevini üstlendi. Bu dönemde, 20. yüzyılın en büyük orkestra şeflerinden Herbert von Karajan'ın yönetiminde iki konser verdi.
AMERİKA'DA HAYATI DEĞİŞTİ
1946'da New York'a yerleşmeye karar veren Alexis Weissenberg, Filistin'deki çocuklara verdiği son konserin ardından, hayatını borçlu olduğu küçük akordiyonunu onlara hediye ederek Yeni Dünya'nın yolunu tuttu. Ardından hayatını yeniden değiştirecek bir süreç başladı. 1947 yılında katıldığı, büyük prestije sahip Leventritt Yarışması'nda birincilik ödülünü kazandıktan sonra, aynı sene New York'taki ilk konserini vererek uluslararası kariyerine başladı. Birbiri ardına konserler veren Weissenberg, piyano üzerindeki mutlak hakimiyeti ve parmaklarının inanılması güç hızıyla dinleyicileri büyüledi. Zaman zaman ise performanslarının fazla mekanik ve ruhsuz olduğu iddiasıyla eleştirildi. Parkinson hastalığına yakalandıktan sonra konser ve kayıt hayatına son veren piyanist, hayatını müziğe hizmet ederek geçirmeye devam etti. Ölümüne kadar bir yandan bestecilik yaptı, diğer yandan da aralarında Türk piyanist-besteci Mehmet Okonşar'ın da bulunduğu müzisyenlere akıl hocalığı yapmaya devam etti.
AlaIn MATALON