Dünyanın birçok yerinde yeni müzeler açılıyor. Kentlerin müzelere sahip olması bir tutkuya dönüşmüş durumda. İstanbul da bu kervana katıldı. Birbiri ardına hayatımıza giren müzeler elbette kenti zenginleştiriyor. Bundan birkaç yıl önce gidecek, ziyaret edecek bir müze bulunmazken bu defa müzelerdeki etkinlikleri izlemeye vakit bulunamıyor. Çok sevindirici bir gelişme. Önde gelen, hatta orta boy Batı kentlerindeki müzeler ise bu durumu çok uzun bir süredir gerek yerli nüfusa gerekse ziyaretçilere yaşatıyor. Modernleşme çok geniş anlamda müzelerin oluşmasıyla özdeş. İnsanlar saymaya, tasnif etmeye, sıralamaya, kategorileştirmeye başladıktan sonra müzeleri de kurdular. Bunların önemli bir bölümü arkeoloji ve sanat tarihi müzesi olarak ortaya çıktı. Daha sonra gelişti ve farklı alanlara yayıldı. Louvre, National Gallery, hatta MET türünden kurumlar sadece sanat tarihinin değil insanlık tarihinin, kültür tarihinin de yeniden yazılmasına yol açtılar. Şimdi yeni ve çağdaş müzelerin, müzecilik anlayışının gelişmesiyle bu müzelere dönük eleştiriler de artıyor. Fakat yeni müzeler de eleştirilerden nasibini alıyor. Geçenlerde Roma'da katıldığım bir müze açılışı nedeniyle bu konuyu yeniden düşündüm.
YAPISÖKÜMCÜ MİMARLIĞIN ŞIKLIĞI
Roma'daki müzeyi, son zamanların yıldız mimarlarından Zaha Hadid tasarlamıştı. Hadid gerçekten bir yıldız. Dünya kentleri onu paylaşamıyor. İstanbul'da bildiğim kadarıyla iki projesi var. Birisi, çok önemli, Kartal'a bir kentsel gelişim planı uyguluyor. Dekonstrüksiyonist mimarinin bu çok parlak ve benim Modernden Çağdaşa başlıklı 20. Yüzyıl sanat tarihini anlattığım derslerimin 1990'lı yıllara geldiğimde anlattığım birkaç 'sanatçısından' birisi olan (diğerleri Peter Eisenmann, Frank Ghery, Bernard Tschumi) bu mimarın çok çarpıcı ve çok farklı yaklaşımları, biraz bilmeceye benzeyen mimarlık dili bakalım Kartal'da nasıl sonuçlar verecek. Bir de bir özel müze taslağı üstünde çalışıyor diye biliyorum. Onun da ilginç olacağına kuşkum yok. Dekonstrüksiyonist (yapısökümcü) mimarlık klasik mimarinin bütün-parça ilişkisini kırıyor. Ayrıştırılmış parçaların, tabakaların bütünü; hem yırttığı hem de oluşturduğu bir dil bu. Çok görsel, çok 'oyuncaksı'. Nitekim son olarak Ghery, Los Angeles'e, bir kültür merkezi, Tschumi Atina'ya bir müze yaptı. Hadid ise durup dinlenmeden yeni yapılar tasarlıyor. Bunlar büyük kayıp alanlara dayanan, mimara sonsuz hak veren, o yapının ayakta kalmasını sağlayacak stabilite hesaplarını çok zorlayan, çok pahalıya çıkan yapılar. Ama ilginç olduklarından ve bir sanat yapıtı özelliğine sahip bulunduklarından kuşku duymuyorum.
SEÇKİNCİLİK SORUNU
Gerçi işin o yanında değilim pek. Ama buradan bakınca çağdaş müzelerin yeni anlamlar kazandığını ve bunların hepsinin de çok olumlu olmadığını kendi kendime düşünüyorum. Bir defa bu müzeler müthiş bir seçkincilikle hareket ediyor. Şu müze yapıları bile bu özellikle başlıyor işe. İnsanlar, farklı ve çekinerek girdikleri bir mekân olarak tasarlıyor müze kavramını kafalarında. Öte yandan çok pahalı, çok şık yapıların içine yerleştirilmiş müzeler çok pahalı hizmetler satmaya başlıyor. Giriş ücretlerinden satılan tasarım nesnelerine kadar her şey açıkçası çok pahalı. İlk gittiğimde Amerikan müzeleri bedavaydı. Şimdi onlara bile yüksek bedeller ödenerek giriliyor. Bu bile başlı başına bir gösterge. İkincisi, bu müzeler her gün biraz daha seçkin zevklere ve 'mutlu azınlığa' hitap ediyor. Bu ortamlarda açılan restoranlar var örneğin. Hepsi kentin en şık yerleri. En parlak, yıldız kabul edilen aşçılar buralarda çalışıyor. Yemek bir entelektüel faaliyete dönüşüyor. Hiç itirazım yok. Ben de sürekli olarak o lokantalarda gezip tozuyorum. Bir kente gittiğimde eğer çok kısa bir süre kalacaksam hiç düşünmeden o kentin en yeni müzesine uğruyorum. Hem iyi bir sergi görüyor hem de iyi zaman geçiriyorum, lokantasında, mağazalarında. Fakat bütün bunlara rağmen çağdaş sanat müzelerinin bütünüyle halktan, kitlelerden, öğrencilerden kopmasına karşı da bir şeyler yapılması gerektiğini de düşünüyorum.
SPEKÜLASYON VE SPEKÜLASYON
Bir diğer nokta bu müzelerin yerleri. Genellikle kentlerin unutulmuş, terk edilmiş bölgelerinde inşa edilip açılıyorlar. Pek güzel. İlk bakışta o bölgeyle yeniliğin buluşması sanatın dar alanlara sıkışmasına bir seçenek hazırlıyor. Fakat bu da pek öyle değil. Kısa bir süre sonra o bölgelere yeni insanlar akın etmeye başlıyor. Müzenin 'çağdaş' çizgisinde lokantalar, mağazalar, dükkânlar, kulüpler, barlar açılıyor. Bir soylulaştırma (gentrification) başlıyor. Yerleşik nüfus gidiyor ama o arada arazi, bina spekülatörleri onların yaşadığı yerleri kapatmış oluyor. Kısa bir süre içinde o bölge bütünüyle dönüşüyor. Kentin en seçkin odaklarından birisi haline geliyor. Başlangıçtaki anlayış ve niyet kayboluyor. Üçüncüsü çağdaş sanatın bu gelişmeye verdiği yanıt. Yeni müze mekânlarında en çok çağdaş sanat sergileniyor. Aslında çok isterdim klasik sanatın da böyle bir mekânda gösterilmesini. Olmadı, olmuyor. Belki bir tek yeni Akropol Müzesi ve Doha'daki İslam Sanatları Müzesi var. Çağdaş sanatı çağdaş mekânla bütünleştirmek başlı başına bir yöntem. Ne var ki, ben dünyada bu kadar müzeyi besleyecek ölçüde bir 'müzelik' çağdaş sanat birikimi olduğunu sanmıyorum. Her şey yerleştirilebilir müzeye. Koyulanlar bir düzeyin üstünde olsun denirse orada vurguladığım sorun başlayacaktır. Bu ulusal sanat dünyası için de geçerlidir. Mesela Türkiye: Bugün açılan müzelerin barındırabileceği kadar çok ve nitelikli çağdaş sanat üretimi var mı? O zaman geriye müze için üretim kalıyor ya da başka yöntemler ve ilişkiler devreye giriyor. Çağdaş sanat müzelerini çok seviyoruz. Onları içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandıran en önemli yapılar, mekânlar olarak görüyoruz ama gene de bu noktalar üstünde de düşünelim derim.