Geçenlerde Adana'da 16. Altın Koza Film Festivali'ne katıldım. Adana'ya gidiş benim için her zaman ilginçtir. Bunun nedeni romancılarımızdır. Özellikle de Yaşar Kemal'le Orhan Kemal'dir. Ne var ki, Yaşar Kemal'in romanlarında Adana değil, daha çok Çukurova ve kırsal bölgeler, pamuk tarlaları vardır. Şehri Orhan Kemal anlatır. Fakat o şehri koydunsa bul. Bugünkü Adana, diğer tüm şehirlerimizde olduğu gibi, geçmişine düşman, onu yok etmeyi modernleşme (modernleşme bizde 'marifet' demektir) sayan bir anlayışla hareket ettiğinden o canım romanlarda anlatılan mekanlar bugün yitiktir. Biz nereye gidersek gidelim yok bir mekanda yaşıyoruz. Bu defa da kendisine göre bir Adana'da dolaştım ama aradığım Adana söz konusu değildi.
FESTİVAL VAHASINDA YAŞAMAK
Altın Koza Festivali ise bu hayal kırıklığının içindeyken üstümde bir vaha etkisi yaptı. Ödül töreni bu bakımdan çok önemliydi ve Türk sinemasının içinde bulunduğu koşulları, durduğu yeri göstermesi bakımından çok ilginçti. Ödülleri Jüri Başkanı değerli sinemacımız Nuri Bilge Ceylan verdi. Buna verdi demek yanlış. Ceylan sahneye çağrıldı ve başkan olarak bence çok önemli üç şeyi yaptı. Birincisi, her ödülün gerekçesini açıkladı. Bu son derecede önemli bir etik koşuldur. Fakat nedense Türkiye'de daima ihmal edilir. İkincisi, jürinin kararı nasıl oluşturduğunu anlattı. Bu saydamlıktır. Gene dikkatle uygulanması gerekir. Üçüncüsü ödülün koşullarını, niye verildiğini belirtti. Bu ödül gerekçesinden farklı olarak hesap vermektir (accountability). Çünkü burada özne, ödül alan kişi veya film değil jüridir. Türkiye'de işin bu noktaya gelmesini büyük bir ilgiyle izledim. Fakat hepsi bu kadar değildi. Ceylan iki önemli noktayı vurguladı ki, bunları Türk sinemasının gene geçirdiği dönüşümün kaynaklarını göstermesi bakımından önemsedim. Birincisi, stüdyo meselesini tartıştı ve artık bu işin yapısal olarak bambaşka bir yerde durduğunu belirtti. Laboratuvar gibi konularda Türkiye'nin dünyada son derecede önemli bir yerde bulunduğunu vurguladı. Onun yerine ses tasarımı ödülü koyulmasını önerdi ki, bugünkü sinemanın ne kadar bilincinde olduğumuzu göstermesi bakımından çok önemliydi. İkincisi, Ceylan, önüne gelen filmlere Türk sinemasının teknik sorunlarını çözdüğünü, bunu gördüklerini söyledi. Mükemmel. Zaten bir önceki öneri Türk sinemasının bugün teknik bakımdan nerede durduğunu gösteriyor. Yabana atılacak bir nokta değil bu. Tersine çok önemli bir açılımın başlangıcı.
NASIL VE KİMİN İÇİN SİNEMA?
Bu heyecan verici düzeyden sonra ne kalıyor geriye? Öncelikle bugünkü Türk sinemasının içerik yönünden niteliği. Çok zor bir şey işin bu yanını tartışmak. Sinemanın bizde önemli bir değişim geçirdiğini bir kez daha yazmak abes. Dolayısıyla sorun "Bu sinemanın içerik açısından yapısal özellikleri nedir?" sorusuna dönüşüyor. Sinema bugün bütün dünyada üç ana yatakta akıyor. Bir yanda Hollywood sineması var. Diğer yanda merkez dışı (eskiden 3. Dünya sineması denilen) akım yer alıyor. Üçüncü kanalı sanatsal sinema meydana getiriyor. Ne merkez dışı sinemanın ne sanatsal sinemanın Hollywood'la boğuşacak gücü var. Buna bakarak bu sinemaları yok saymak olanaksız. Aksine sinema entelektüel bir gerçeklik olarak gücünü oralarda yoğunlaştırıyor. Türk sineması bugün merkez dışı sinemayla sanatsal sinemanın kendisine sağladığı olanaklarla sivrildi. Uluslararası başarımızı bu kriterler belirledi. Bu, bazılarının sandığı gibi, sinemanın zorunlulukla 'sıkıcı' olması anlamına gelmez. Ama şunu unutmayalım: Sinema Türkiye'de henüz bir sanayi değil. Üretim ve yapım kısıtlamaları var. İkincisi, Türk sineması öyle 1950'lerden, 60'lardan gelen bir izleyici kitlesine sahip değil. Birçok nedenden ötürü o kitleyi yitirdi. Bunda sosyolojik ve kültürel dönüşümler rol oynadı.
İLK 'AUTEUR' KUŞAĞI
Geriye yeni kuşak kalıyor. Hiç öyle küçümsenecek insanlar değil bu kuşağın üyeleri. Daha öncekilerin hakkını asla yiyemeyiz, ama bu kuşak bir bütün olarak bizim sinema tarihimizin ilk entelektüel kuşağıdır. "Daha önceki yönetmenler entelektüel değil miydi?" sorusunun cevabı olumludur. Elbette onlar da aynı özelliği taşıyordu. Fakat onlar her şeye rağmen sinemayı kitleyle buluşturma çabası içindeydi. Bu defa fark burada. Yeni kuşak sinemanın bugünkü imkanlarını da göz önünde tutarak ve onun bir sanayi olmadığını hesaba katarak işin o yanını önemsemiyor. Çok daha kendisine dönük bir sinema yapıyor. Belki de bizim ilk 'auteur' (ödün vermeyen yönetmen diyelim) kuşağımız bu. Bu kuşak uluslararası düzeyde gücünü kanıtladı. İş, her zaman olduğu gibi, kendi seyircisini ve toplumunu buna inandırmaya kaldı. Ne yapalım diye soranlara, ben de, önümüzdeki dönem gösterime girecek Altın Koza ödüllü filmlerini izleyin diyorum. Çünkü o filmleri yapan değil, gerçek yabancılar, onlara uzak duran, sırt çevirenlerdir. Safınızı seçin!