Şehir Tiyatrolarında kıyamet kopuyor; istifalar birbirini takip ediyor. Belediye Meclisi'nden geçen yönetmeliğe göre, bundan böyle sahnelenecek eserleri 7 kişilik bir Kurul seçecek. Sanatçılar, "Tiyatro, belediye bürokratlarının eline geçti" diye feryat ediyor. Kadir Topbaş'ın açıklamalarına göz attım. Topbaş, "7 kişilik Kurul'un sadece 2'si belediye bürokratı olacak, diğer 5 kişi sanatçı" diye izahat veriyor. Henüz sonuçları görmeden bu kadar büyük tepkiyi doğrusu anlamış değilim. Tayyip Erdoğan belediye başkanı olduktan sonra, sanatçıya değer verdiğini her fırsatta göstermişti. Şehir Tiyatroları, ideolojik bir yola sapmamış, bu yüzden de, tiyatroların doluluk oranları sürekli artmıştı. Erdoğan'dan sonra da, bu çizgi bozulmadı. Kadir Topbaş'ın sanata ve sanatçıya kıymet veren kişiliğini bildiğim için, söz konusu tepkileri biraz peşin hükümlü olarak nitelendiriyorum.
***
Öte yandan, Şehir Tiyatroları yönetmelik değişikliğinin arka planında, bir süredir cereyan eden
"müstehcenlik" tartışmalarının rolü var mı diye düşünmeden edemiyorum. Acaba, Kadir Topbaş, muhafazakâr kesimin yoğun baskısı altında kaldığı için mi oyunlara
"çekidüzen!" verme gereğini hissetti?
Gelişmeleri hatırlatalım: Edebiyatçı İskender Pala
"Günlük Müstehcen Sırlar" isimli oyunu şöyle değerlendirmişti:
"Bir lise önünde yolları kesişen iki teşhirci sapığın, sözüm ona müstehcen sırları anlatılıyor. Müstehcenlik diz boyu ama, içinde seyirciyi ilgilendirecek ne bir hayat dersi, ne bir erdem, ne de tiyatronun genel amacına yönelik bir toplum eleştirisi var." (Zaman-14 Şubat 2012)
Pala gibi, düşüncelerine değer verdiğim Hıncal Uluç ise, konuyu şöyle özetliyor:
"Şili'de, askeri darbe yaparak iktidarı deviren Pinochet cuntasının eleştirisi. 15 yıl sonra 2 Şilili, cuntayı cezalandırmaya karar verip yola çıkmışlar, bir parkta karşılaşmışlar..."
Sanki sanırsınız, İskender Pala ve Hıncal Uluç iki ayrı tiyatro eserinden söz ediyor. Veyahut her ikisi de
seçici algı kurbanı. Pala, oyunda sadece
müstehcenliğe takılıp kalmış; Uluç ise,
darbelere eleştiri mesajını almış. Bu arada Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Prof. Mustafa İsen de, tartışmaya şu sözlerle katıldı:
"Muhafazakâr sanat ve estetik normları oluşturulmalı" dedi.
Bu da sorunlu bir cümle. Çünkü hemen akla
"Kim bu normları oluşturacak? Devlet mi?" sorusu geliyor. Devlet güdümündeki bir tiyatronun fiyasko olduğunu bilenler açısından, kabul edilebilir bir görüş değil. Gazeteci Beşir Ayvazoğlu, en doğru tespitlerden birini yaptı:
"Devlet sanatta icracı değil, destekleyicidir. Sanatın değil, sanatçının muhafazakârlığından söz edebiliriz. Sözgelimi, koyu bir Katolik olan Eliot, modern şiirin kurucularından değil mi? Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi şair ve yazarlar muhafazakâr değil mi?"
Ben kendi durduğum noktayı açıklayayım: Sanatın elbette bir mesajı olabilir. Ama bu mesaj insanı belli bir kalıp içine sokma çabası taşımamalı, evrensel doğruları seslendirmelidir. İşte Shakespeare... Haluk Bilginer'in sahneye koyduğu Shakespeare müzikalinde, sanatçının bugünlere ışık tutan birbirinden güzel sözleriyle insanlığın gençlikten ihtiyarlığa 7 evresi anlatılmıştı. Tolga Çebi'nin Shakespeare'in tüm eserlerinden ayrıntılı bir tasnifle yazdığı bu müzikal, yıllarca kapalı gişe oynadı. Shakespeare muhafazakâr olabilir, ya da çılgın bir devrimci. Bugüne kadar kendi kişiliğiyle değil, yüreğimizden yakalayan sözleriyle yaşamıştır.