Kimse lafı eğip bükmesin. Bu ülkenin bir zamanlar tercih ettiği "ithal ikameci ekonomi" hilebazlığı "kültür" görüşümüz için daha geçerli bir yöntemdir ve silah zoruyla uygulanmıştır. T. S. Eliot'ı sever misiniz bilmem. "The Waste Land" şiirini (Çorak Ülke) seversiniz ama mutlaka. Eliot'ın hayatı, bu ilginç şiirinden daha ilginçtir. Ömrünün kemale ermeye başladığı yıllarda ABD'den kalkıp İngiltere'ye geçmiş, Protestanlığı bırakıp Katolik inancına ve ayrıca Krallık taraftarı bir siyasi görüşe intisap etmiştir. Eşsiz "Cantos"u Eliot'a "İl miglio fabre" ('Büyük usta') ibaresiyle ithaf etme zarafetini gösteren bir başka ABD'li şair Ezra Pound ise hapisten çıktıktan sonra da İtalya'dan pek ayrılmamış ve oraya yerleşmiştir. Hiç sözü edilmez bu iki hicretin. Oysa, bana kalırsa bu iki "göç" hikayesi, insanlığın kadim değerlerinin "göçük" altında kaldığı ABD'ye örtülü bir protestodur. Bu iki büyük ruh, ABD'nin yüzeysel tarihinin ve kültürünün sığ sularında yaşayamadılar. Büyük ruhlar, büyük sanatçılar, tarihinin derinliklerine doğru (DA) bakamayacakları kültürlerden pek hazzetmezler. Sanatçıların böyle büyük toprak, büyük ruh, büyük hikaye aramalarında şaşılacak bir şey yok aslında. Dostoyevski'nin büyük Rus ruhunu, Kafka'nın hazin Yahudi hikayesini, Heidegger'in büyük Alman şiirini (Hölderlin) veya Sezai Karakoç'un büyük Türk şiirini sırtlarında taşımaya ceht etmeleri anlamlıdır. İnsan ruhu sükunetin kavgası için yaratılmıştır çünkü. Dünyayı ve içindeki hayatı ilikleri titreyerek, gözleri yaşararak hisseden büyük sanatçıların bir yerde "sakin"leşmeden sükuna ermeleri mümkün değildir. Hoş bir yerin sakini olduklarında da sükuna ermeyeceklerdir. Ama önemi yoktur bunun. Bir yoldur bu. Önemli bir yoldur. Königsberg'in tarihi kulesini penceresinden göremediğinde felsefesi "duran" Kant için arkadaşları seferber olur ve komşunun ağacı budanır. O tarihi kule, Kant için sadece kule değildir. Düşüncesinin dayanağı, içsel enerjisi, heyecanı ve sabitesidir aynı zamanda. Bizde böyle şeyleri önemsemek ayıptır. Mevlana'yı, Yunus'u Heidegger'in Hölderlin'i eşelediği gibi irdelemek tehlikeli ve yasaktır. Hayyam'ı neden derinleştirelim ki? Altından çıkacak şeylere yürek mi dayanır? Ezber mi dayanır? Bu türden şeylere inanan mahcup yerlilere de kız vermeyiz ayrıca. Tam tersine. Bizde yerleşmek (yerlileşmek) değil; yerinden edilmiş olmak önemlidir. Yerinden edilmemiş kültürel ürünlerimizin Batı pazarlarında gavur parasıyla beş kuruş ettiği görülmemiştir.
Memleket diye diye ancak Köy Enstitüsü duyarlığını üretebilmiş gönüllü bönlük, örgütlü cahillik, yarım aydınlık ve yamalak düşünürlük bu yüzden revaçtadır hep. Kimse lafı eğip bükmesin. Bu ülkenin bir zamanlar tercih ettiği "ithal ikameci ekonomi" hilebazlığı "kültür" görüşümüz için daha geçerli bir yöntemdir ve silah zoruyla uygulanmıştır. "Piyanist" özel bir ihtimamla "dilsizleştirilmiş" Ömer Hayyam'ıniçin öptü? Çünkü Ömer Hayyam, resmi duygusallığımızın sığ sularında boğulmuştur. İran deyince elini silaha atanlar, Farsça'ya dudak bükenler, Hayyam'ı yaratıcı bir yanlış anlamaya kurban etmişlerdir. Sözüm ona şarabı yüceltmişti ve cenneti hor görmüştür ya; kurtuldular güya. Ama Humeyni'nin de şiirlerinde "şarabı" yücelttiğini görmediler mesela. Kelimenin ilk anlamında kalmakta beis görmediler. Resmi duygusallığımızın mümessili Orhan Veli'nin berbat nüktesi olan "Rakı şişesinde balığa" pek bir benziyordu bu "Hayyam." Gerisinin önemi yoktu. Yanlışmış, ne çıkar. Uysa da anlıyorlardı onlar; uymasa da.
Yahu kardeşim. Biz niye buradayız? Niçin hayattayız? Bizim, kızlarımızın başları açık olduktan sonra, kadınlarımız kasaba gazinolarında balolara katıldıktan, çobanlarımız bile frak giydikten, selamlaşmalarımız bile çok sesli olduktan, bilim insanlarımız fezaya gittikten, bilim bütün köylerimizi ve nahiyelerimizi aydınlattıktan, hatta ve hatta insanlar aydınca el ele tutuştuktan ve hayat ilerici bir bayram olduktan sonra da devam edecek olan temel sorunumuz nedir? İşte Batı klasik müziği, bu temel soru için de kımıldanmaya başlamıştı. Arşenin keman üstündeki ilk kımıltısı da bu soruyla başlamıştı. Kilisenin çiçekler açmış bir ilahiyatıydı o müzik ilk başladığında. Beethoven'in 9. Senfonisi onun için Schiller'in "Neşeye Övgü" ilahisinden esinlenmişti. Ve daha bir yığın şey. Tanrı -ki, inanmıyorsan inanma elbette, en doğal hakkın- hiç değilse bir "fikir" olarak insanlığın çok önemli bir soyutlama gücüdür. Andre Gide'e mesela -muhtemelen o da inanmıyordu ve bunun için de ayrıca önemlidir söyleyeceğim şu şey- "Dar Kapı" romanını ilham etmiştir.
Ama bütün bunları aklımızın ucundan geçirmek, bir müfredat marifetiyle yasaklandı bize. Bütün bunların etrafı resmi bir çitle çevrildi. Bir düşük akıl tutarlılığı tarafından yağmalandı. Kim Türkiye'nin beyninin ortadan ikiye ayrıldığını söylemiyorsa, kendi çıkarına bir şeyler tasarlıyor demektir kafasında. Kim Türkiye'nin kültürel yerinden edilmişliğine, ezilmişliğine, horlanmışlığına bir Belçikalı gibi soğukkanlılıkla yaklaşıyorsa, bir şeyler kuruyordur kafasında. Kim bunu sanatın, kültürün Olimpos'unda oturduğunu düşündüğü tanrıları kızdırmamak için saklıyorsa kültürün hainidir. Sanatın canisidir. Türkiye'nin sevgilisi değildir. Türkiye'ye ödünç alınmış gözlerle bakmayı içine sindirebilmiş demektir. Ve son bir söz de muhafazakârlara. Bütün bunlar bir yana; "Piyanist"in kirli dudaklarını mahkemeye vermek zayıflıktır. Gereğinden fazla tevazudur. Yanlıştır.