Bugünlerde evdeyiz... Seyahatlerimiz de bir süreliğine askıda, hepimiz için... Geleceğimiz için... Önümüzdeki günlerde sağlıkla ve huzurla yeniden, gönlümüzce gezebilmek, hayatın ve dünyanın maceralı koridorlarında turlayabilmek için... Ama bu durum, seyahat fikrinden, seyahatin her zaman insanı cezbeden yönlerinden uzak kalmamıza engel değil. Seyahat temasını bugüne kadar sayısız yazar kaleme aldı... Hatta o yüzden literatürde Seyahat Edebiyatı diye bir alan da var. Evde oturduğumuz şu günlerde, biliyoruz ki sanat hayat kurtarıyor... Sıkıntı ve stresle en iyi baş etme yöntemi müzik, okumak, sinema... Biz de içimizdeki seyahat tutkusuna deva olacak, gezip gördüklerini bugüne kadar kendi üslupları ve ince duyarlılıklarıyla en iyi şekilde kaleme almış yazarları, kitaplarını derledik. Zihnimizi ve ruhumuzu bu yazarların eserleriyle geziye, seyahate doyurmak için güzel bir fırsat okumak...
YOLU ÜSKÜDAR'A DÜŞMÜŞTÜ
1828-1905 yılları arasında yaşayan ünlü yazar Jules Gabriel Verne'in 80 Günde Devrialem'ini çocukken okumayan yoktur. Ama bilenler bilir Verne aslında bir çocuk edebiyatı yazarı değildir. Bizde çok üzerinde durulmayan İnatçı Keraban adlı romanı seyahat edebiyatı açısından ilginçtir. Osmanlı coğrafyasında geçen, kahramanlarının büyük bir kısmı Osmanlı halkından seçilen bir roman bu. 1800'lerin sonlarında yaşanıyor romanda anlatılanlar. İstanbul'da başlayan olaylar, geniş ve ilgi çekici bir Karadeniz turu yapıldıktan sonra, yine İstanbul'da sona eriyor. Hollandalı tüccar Jan Van Mitten ve uşağı Bruno, istanbul'un Tophane Meydanı'nda gezinmektedir. Karşılarına birden Keraban Ağa çıkar. Bu adam, Jan Van Mitten'in arkadaşı olup 20 yıldan beri alışveriş yaptığı bir Osmanlı tüccarıdır. İstanbul'dan Üsküdar'a ya da Üsküdar'dan İstanbul'a gitmek için Boğaz'ı geçmek isteyen her şahıs ve her türlü yelkenli ve buharlı teknelerle kayıklar için on paralık bir vergi tesis olunmuştur. Vergiyi ödemeyi reddedenler, hapis ya da para cezasına çarptırılacaktır.
Boğaz'ı geçme vergisine çok sinirlenen ve görevlilerle çok uzun ve sert bir şekilde tartışan Keraban Ağa, emre uymamak için bulduğu çözümü öfke ile bağırarak dile getirir en sonunda: "Türkiye'den çıkıp Kırım'ı geçeceğim, Kafkasya'yı aşacağım, Anadolu'ya ayak basacağım ve Üsküdar'a ulaşacağım, hem de sizin haksız verginiz için tek bir para bile vermeden!" 10 paralık vergiyi ödememekte kararlı olan Keraban Ağa'nın bu inadı, kendisine yüzlerce altına mal olacak zorlu ve ilginç bir Karadeniz yolculuğunu başlatır. Keraban Ağa ve dostları, hem atlı araba ile gerçekleştirilen bu yolculuğun zorluklarıyla mücadele ederek ilerlerler hem de birbirinden şaşırtıcı olaylar ve tehlikelerle karşı karşıya kalırlar. "İnatçı Keraban", vergiyi ödememenin yanında, dönemin demir yolu gibi tüm yeniliklerini ve -kendisini deniz tuttuğu içinçaresiz kalmadıkça deniz yolunu kullanmayı da reddeder. İstanbul'un yanı sıra Trakya, Balkan kıyıları ve bugün Ukrayna, Rusya, Gürcistan gibi farklı ülkelerin sınırları içinde kalan Karadeniz sahilinin tamamında geçen bu romanda Hopa, Arhavi, Pazar, Çayeli, Trabzon, Sürmene, Giresun, Sinop, İnebolu, Ereğli, Sakarya gibi birbirinden güzel pek çok Karadeniz yöresinde dolaşıldığı da görülmektedir.
YOLCULUĞUN RUHUNU ANLATTI
Hayatını, insanı ve varoluşu anlamaya adamış bir yazar Hermann Hesse... Elbette bunda gençlik döneminde yaşadığı zorlu buhranın etkisi de olabilir. Yazarın 2. Dünya Savaşı'nda Alman militarizmini protesto etmek için İsviçre'ye yerleşmesinin akabinde, -ilginçtir- hem Naziler hem de antifaşistler tarafından eleştirilmesi, sorunlu aile yaşamı ve savaş esirlerine yardım çabalarının getirdiği ağır ruhsal yükleri kaldıramaması sonucu düştüğü ağır bunalımdan, Jung'un öğrencisi Lang'ın uyguladığı psikanaliz tedavisi sayesinde kurtulduğu bilinir. Belki de o yüzdendir ki, Hesse özellikle 'kendini ve varoluşunu' sorgulayan hippi gençliğinin rehberlerinden biri olmuştur. Yazarın Doğu edebiyatına ve felsefesine, mistisizme olan derin ilgisi sayesinde ürettiği Sidharta, Bozkırkurdu, Boncuk Oyunu gibi romanlar bugün hippi kültürünün üzerinde yeller esse de her daim kendi iç alemini sorgulayan okuyucunun başucunda durur... Yeniden keşfedilir. Hesse'nin 1920'de kaleme aldığı ve özgün adı Wanderung (Gezinti) olan, seyahat notlarının, şiirlerinin ve desenlerinin yer aldığı kitap yakın dönemde Görkemli Dünya adıyla Türkçeleştirildi. Kitap, alışık olduğumuz seyahat kitaplarından epeyce farklı... Yürümenin, seyahat etmenin, doğayı izlemenin insanın iç dünyasına düşen yansımalarının dökümünü çıkarıyor Hesse. Merhametli gölgesiyle bir ağacın, ruha dinginlik veren uysal bir gölün, bazen iç karartan bazen gönül serinleten bulutlu havanın portresini çiziyor, insandaki tezahürünü not ediyor yazının ona verdiği imkanlarla: "Ağaçlar bir çeşit tapınaktır. Kim ki onlarla konuşmayı ve dinlemeyi becerir, gerçeği öğrenebilir. Onlar öğretilerden ve kurallardan bahsetmezler, titizce yaşamın eski yasasını anlatırlar." Bir 'gezelim görelim'den ziyade, insan ruhunu okuma ustalığını pek çok romanında konuşturmuş bir yazarın 'gezelim, hissedelim' kitabı. Fiziki bir gezintinin, nasıl bir ruh gezintisine dönüşebileceğinin ispatı!
ŞEHİR ŞEHİR YÜKSELEN BİR MEDENİYETİN YAZARI
Tanpınar ve seyahat denince akla Beş Şehir kitabı gelir. Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul'dur kitabın kahramanları. Tanpınar bu şehirlerin tarihini ve mimarisini kendi iç dünyasının süzgecinden geçirerek okuyucuya sunar. Özellikle Bursa'yı yeşilin başkenti olarak görür. Ve bunun insan ruhundaki yansımalarına odaklanır. Erzurum'un hava şartlarının oluşturduğu kahve kültürünün insanların mizah yeteneğine katkısı gibi sosyolojik tespitlerde bulunur. Konya'dan bahsederken Mevlana'nın Vahdet-i Vücut felsefesini inceler. Erzurum soğuğu kadar inatçı, Konya'nın bozkırı kadar sonsuz, Bursa'nın camileri kadar yüksek, Ankara'nın insanı kadar sıcak ve İstanbul'un tarihi kadar eski bir medeniyettir bizimki ona göre. Tanpınar gördüğünü, duyduğunu; Doğu kültürüne de, Batı kültürüne de derinlemesine kavramış bir düşünür olarak ele alır. Bize her iki kültür hakkında kıyaslama imkanı, kesişim kümeleri sunar.
SEYAHAT YAZARLARININ ATASI
Şüphesiz gezi yazısı, yazarlığı denince mevzuya, sadece bizim coğrafyamızda değil dünyada bu alanın akla gelen ilk isimlerinden Evliya Çelebi'yi ve muhteşem Seyahatname'siyle başlamak gerekiyor. Evliya Çelebi, eserini yazarken gezdiği yerleri anlatmanın yanında o toplumların yaşamını, kültürünü ve gelenek göreneklerini tanıtmak amacındaydı da bir yandan. 50 yıl boyunca Osmanlı'nın bütün topraklarını arşınlamış Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si, dönemin Osmanlı'sına ışık tutan bir eser. Evliya Çelebi hayatı boyunca 18 padişahlık ve 257 şehir gördü. Kendisi dünyada 12 büyük şehir olduğundan söz eder: Viyana, Prag, Paris, Edirne, Bursa, Kahire, Halep, Şam ve tabii ki İstanbul. 50 yıl boyunca gezdi, zengin konaklarına da misafir oldu, terkedilmiş kalelerde de yattı. Elbet başına olmadık işler de geldi. 1660'larda Almanlar ve Alman yanlısı Macarlar üzerine yapılan bir seferde bölgede olan Çelebi, çalıların arasında hacet giderirken düşman askerlerine yakalandı. Zor kurtuldu. İki kez boğulma tehlikesi geçirdi ve bunun da ayrıntılarını yine yazdı. Bu Çelebi'de öyle bir yer etti ki deniz yolculuğundan korkar oldu, Galata'ya gitmek bile gerekse Haliç'i geçmek yerine atla kilometrelerce yol aldı. Zaten oldukça renkli olan 16 ve 17. yy Osmanlı'sının en renkli simalarından olan Çelebi'nin gezmek için gittiği son yer Mısır oldu ve 1682'de vefat etti. Öyle renkli bir kalemden ve simadan bahsediyoruz ki, onun yaşadıklarına ve yazdıklarına yer vermeye sayfalar yetmez. Ama biliyoruz ki, Evliya Çelebi'yi okumak makro tarihin genel çerçevesi dışında bizi toplumların, insanın en küçük tarihine, kendi döneminin günlük alışkanlıklarından geleneklerine kadar bambaşka bir dünyaya götürüyor.
FRANSIZLARIN BİTKİBİLİMCİ SEYYAHI
Fransa krallık bahçelerinin, başka bir deyişle günümüzdeki Doğa Tarihi Müzesi'nin bitkibilimcisi Joseph Piton de Tournefort, bu kurumun düzenlediği araştırma gezilerinin öncüsü. 17. yüzyılda yaşadı. 14. Louis ve bakanı Pontchartrain'in buyruğuyla yeni bitkiler bulmak göreviyle 1700'de Levant'a gönderilen Tournefort, yalnızca bitkibilimcilik görevini yapmakla yetinmemiş, doğmakta olan Aydınlanma Çağı'nın Doğu insanları ve toplumlarına yönelik yeni bakışını da biçimlendirmiştir. Tournefort Seyahatnamesi bu alandaki önemli eserlerden biri. Anlatısının birinci cildi, Ege adalarının hemen hemen eksiksiz bir incelemesini kapsar. 35 ada ve adacığı ziyaret eder ve başka adaları da yerinde derlediği bilgilerle betimler. Tournefort bu adalara günümüzün bir turisti gibi bakmaz, bunun yerine rüzgarların ve korsanların kemirdiği bir toplumu, salgın hastalıkları, batıl inançları, günlük yaşamları ve acımasız yöneticileri ile ilk kez açık seçik gözler önüne serer. Tournefort ikinci ciltte önce uzun uzun İstanbul'u anlatır. Sonra da Anadolu'ya boydan boya aşarak bizi 18. yüzyılın hemen başlarındaki Tokat, Trabzon, Kars, Ağrı, Amasya, Ankara, Erzurum, Bursa ve İzmir ile yüzlerce Osmanlı kasabasına götürür. Tournefort kendini Osmanlı topraklarıyla da sınırlamaz, Tiflis ve Erivan'a kadar gider ve ona tamamen yabancı bir dünyayı yorumlamaya çalışır. Gezileri sırasında İran'ı Batı'ya bağlayan ve Anadolu boyunca uzayıp giden büyük kervan yollarını kullanır, ilk bakışta birbirine karşıt gibi görünen, ama aslında hep birbirine bağımlı olan ve birbirini tamamlayan Doğu ve Batı dünyaları arasındaki bağların önemini vurgular.
KANUNİ İÇİN YAZDI
Osmanlı'nın en önemli deniz adamlarından biri olan Amiral Piri Reis, Akdeniz kıyılarının coğrafyasını detaylı bir şekilde anlattığı kitabı Kitab-ı Bahriye'yi 16. yy'da yazdı. Akdeniz kıyılarında seyahat eden denizcilerin kötü hava koşullarında nerelere sığınacakları, geçitler, boğazlar, körfezler ve limanlar hakkında detaylı bilgiler ve örnek rotalar bulunur kitapta. Beş yıl arayla iki ayrı sürümü yazılan kitabın ikincisi Kanuni Sultan Süleyman'a sunulmak için hazırlanmıştır. Öyle de önemli bir kılavuzdur.
DEVRİMDEN ÖNCE SON SEYAHAT!
Che Guevara'nın kaleme aldığı Motosiklet Günlükleri henüz bir tıp öğrencisiyken 23 yaşında, yakın arkadaşı Alberto Granado'yla birlikte üniversite eğitimini, ailesini, hatta ilk aşkı Chicniya'yı geride bırakarak çıktığı ilk Güney Amerika yolculuğunda tuttuğu günlüklerden oluşuyor. Aslında Che'nin derdi Amerika'yı keşfetmekti bir bakıma. Çeşitli ülkeleri dolaştıkça ve özellikle cüzamlıların bulunduğu hastaneleri ziyaret ettikçe, gözlerinin önündeki tablo netleşmeye başlamıştı: Halkın yanında saf tutmaya karar vermişti. Küba Devrimi'ne giden yolun da hikayesi aslında bu kitap.
ÇÖL KRALİÇESİ'NİN ARABİSTANI
Geçmiş yüzyılın en cesur ve gezgin kadınlarından Gertrude Bell hayatını Çöl Kraliçesi adlı kitapta anlatmıştı. Kitap filme alınmıştı. Kraliçe Victoria döneminin seçkin bir ailesi ve ayrıcalıklı sırt çevirip yaşamını Arabistan çöllerinde sürdürmeyi yeğledi. Bölgeyi karış karış gezerek haritalar çıkardı, kazılara katıldı. Çeşitli aşiretlerin ve hiziplerin üyesi olan siyaset adamlarıyla ve dini liderlerle olduğu kadar halkla kaynaştı. Gertrude Bell'in Arabistan'da böylesine benimsenmesi, Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz istihbarat servisinin onu en uygun kişi olarak görevlendirilmesiyle sonuçlandı. Arabistanlı Lawrence olarak bilinen T.E. Lawrence'ı da bir anlamda yetiştiren, ona yol gösteren, akıl hocalığı yapan, onun nüfuzlu kişilerle ilişki kurmasını sağlayan da Gertrude Bell oldu. Bell'in hikayesi hem gezi hem de tarih bakımından önemli.
1925'İN İSPANYASI'NA YOLCULUK
Ernest Hemingway'in özgün adı The Sun Also Rises olan Güneş de Doğar adlı 1926'da yayımlanan ilk romanı, işin uzmanlarına göre yazarın önemli yapıtıdır. Birinci Dünya Savaşı sonrası kayıp kuşağın insanlarını anlatan roman, Hemingway'in ve Paris'teki arkadaş çevresinin başından geçen olaylar üzerine kurulmuştur. Paris'te yaşayan Amerikalı ve İngiliz bir grup arkadaşın İspanya'ya yaptıkları bir geziyi anlatan roman, yalın gerçekçiliği ve çarpıcı diyaloglarıyla dünya edebiyatının önde gelen yapıtlarından birisi sayılmaktadır. Güneş de Doğar'ı anlatıp da İspanya'dan söz etmemek olmaz. Çünkü, roman, boğa güreşlerini izlemek üzere Paris'ten İspanya'ya giden bir grup arkadaş arasındaki dostluk ve aşk ilişkilerini anlatırken arka planında inanılmaz güzellikte bir İspanya resmi çizer. Kafeleri, şarapları ve sokaklarıyla sizi 1925'in İspanyası'na götürür Hemingway. Fransızlarla İspanyolları karşılaştırırken şöyle yazar Hemingway: "Bir İspanyol garsonun size teşekkür edip etmeyeceğini anlayamazsınız. Fransa'daysa her şey açıkça parasal temeller üzerine kuruludur. İnsanların sizi sevmelerini istiyorsanız, azıcık para harcamanız yeterlidir." Pek çok eleştirmene göre Hemingway'in ilk romanı olmasına karşın en önemli romanı olan Güneş de Doğar, Türkiye'de nedense yazarın diğer romanları kadar ilgi görmemiş. Eğer Hemingway kitaplarını seviyorsanız bu romanı mutlaka okumalısınız. Çağının etkilerini üzerinde taşıyan, her soluğunda savaşın yarattığı büyük yıkımı yansıtan, tüm zamanların en iyi romanları arasında gösterilen roman her yönüyle müthiş.