İnsanın
içinde yaşadığı kentin tarihini bilmesi sadece bir zorunluluk değil, bir erdemdir. Ama bunun
İstanbul gibi geçmişi 8 bin yıl öteye giden bir kentte gerçekleştirilmesi ne kadar mümkündür sorusunu yanıtlamak çok zor. İstanbul'un geçmişine ait bildiğimiz bir tek şey, bu kentin Osmanlılar tarafından 1453 yılında fethedildiği, ondan önce de Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olduğu. Ötesine ait bilgimiz yok. Bu bilgi eksikliği bizden önceki kuşakların da sorunuymuş anlaşılan.
Yahya Kemal, bunu anladığı ve İstanbul'un fethini başlı başına bir mesele yaptığı için o tarihi öğrenmekle kalmamış, yanına arkadaşlarını ve öğrencilerini alıp sık sık fethin cereyan ettiği surlara gidip, orada heyecandan köpürüp taşarak o tarihi ballandıra ballandıra anlatırmış. İstanbul ve fetih Yahya Kemal'in romantik tarihçilik anlayışı ve kültürel milliyetçilik tasavvuru için vazgeçilmezdi. Fakat o günden bugüne fazla bir şey kalmadı.
Yahya Kemal'i kendisine usta seçen muhafazakârlar da artık onu ve düşüncesini anımsamadığından, İstanbul ve fetih rüyası da unutulmuş durumda. Ama İstanbul 8 bin yıllık tarihiyle şimdi
Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki muhteşem 'Efsane İstanbul' sergisiyle, çeki taşı gibi yerinde duruyor.
EFSANELER KENTİNDE İZ SÜRMEK
Bu sergi daha önce İstanbul 2010 Kültür Başkenti programı dahilinde Paris'te gerçekleştirilmişti. Orada gezdiğimde İstanbul'da böyle bir çalışmanın görülemeyeceğini düşünmek beni yaralamıştı. Neyse ki, müzenin müdürü ve serginin küratörü
Dr. Nazan Ölçer'in büyük gayretiyle şimdi izleyicilerini bekliyor, bu gerçekten çok etkileyici sergi. Ayrıca hemen belirteyim ki,
karşımızda duran sergi Paris'tekinden bütünüyle farklı, yepyeni bir çalışma. O sergide bulunmayan ve 40 ayrı dünya müzesinden derlenmiş parçalarla, son metro kazılarından çıkan bir takım nesnelerin kullanılmasıyla biçimlendirilmiş başlı başına bir dünya. İstanbul 8 bin yıl önce kurulmuş ve bütün benzeri yerler gibi kendisine özgü efsaneleri olan bir kent.
Doğan Kuban Hoca'nın bu sergiye eşlik etmesi maksadıyla yayımlanan kusursuz katalogdaki yazısında belirttiği üzere 8 bin yıl önce başlayan tarih, tarih öncesine aittir. Gene eldeki bulgulara göre en eski objeler
Fikirtepe kazısından çıkmıştır ve işte MÖ 6000 yılına gitmektedir.
Ama bizi daha çok ilgilendiren MÖ 7. yüzyılda başlayan tarihtir. O tarihte Megaralılar bir anıt dikerek Yunanca adıyla Bizantion'u kurmuşlar. Kent, adını, kral Bizas'tan almış. Nihayet MS 330 yılında ise Konstantin şehri Roma İmparatorluğu'nun başkenti yapınca hem kent adını değiştirip Konstantinopolis olmuş (Konstantinopol bu Yunanca adın Latince halidir) hem de yeni bir tarih başlamıştır. Bundan sonraki tarih Kuban'ın vurguladığı gibi dinlerin, dinsel ideolojilerin tarihidir. Hıristiyanlık ve İslam bu kentte çarpışmıştır. Bu arada İstanbul adının Yunanca'dan geldiğini ve 'şehre' veya 'şehrin içine' demek olduğunu belirtelim.
OSMANLILARIN İSTANBUL'U
Bu tarih bitmez tükenmez bir kaynaktır. Bizi hiç şüphesiz en fazla fetih sonrası ilgilendirmektedir.
Fatih, İstanbul'u almadan önce 11. yüzyıl sonu 12. yüzyıl başından itibaren Anadolu, Türkleşmeye başlamıştır. 14. yüzyılda kurulan Osmanlı Devleti o tarihten sonra Balkanlara geçmekle kalmamıştır. O hareketin bir neticesi olarak İstanbul'un fethinden önce Boğaz köylerinde kesif bir Türk nüfusu yaşamaya başlamıştır. Fatih'in İstanbul'u almak istemesi, bir stratejik deha meselesidir. Sadece askerlik bakımından değil, doğrudan doğruya İstanbul'u elde etmek üstünde düşünülmesi gereken bir konudur. Böylelikle Osmanlı Sultanları iki cihanın padişahı olmaktadır. Şimdi spekülatif bir şey söyleyeyim. Bugünün diliyle ve anlayışıyla ifade edersem
İstanbul, Fatih'in gördüğü ilk 'Batı' veya Avrupa şehridir. Ne kadar şaşırtıcı, değil mi? Oysa Fatih o sırada daha Batı'da, Edirne'de yerleşikti ve daha Batı'da ilerlemekteydi. Ama şehri yağmalattıktan ve Tursun Bey tarihinin anlattığına göre, bir altın ve gümüş şehri olan İstanbul'da bu iki maden o günlerdeki bolluğu nedeniyle bakırdan daha ucuz hale geldikten sonra, yani fetihten iki gün sonra şehre girmiş ve evvela
Ayasofya'ya gitmişti.
6. yüzyılda yapılmış bu yapı, onun gördüğü, o boyutlardaki, o şaşaadaki ilk yapıydı ve bir Rönesans insanı olarak Fatih'in etkilenmemesi olanaksızdı. O nedenle de Ayasofya'nın cami olmasını istemişti. İkonaların üstü o gün kapatıldı ve Bizans dönemi çizimleri bugüne kadar korunarak geldi. Ayasofya ise Mimar Sinan dahil, Osmanlı mimarlarının boğuştuğu bir yapı olma özelliğini korudu. Sonra başka bir tarih başladı. Bu tarih Osmanlıların tarihidir.
Osmanlılar bir dünya imparatorluğunu İstanbul'dan kurdular ve yönettiler. Zaman içinde bu şehir de değişti. Bu değişimi sadece sultanların oturduğu saraylara bakarak bile anlayabiliriz. Topkapı'dır bildiğimiz ama önce Haliç'te, sonra Boğaz'da ortaya çıkan sahil sarayları, Yıldız, Dolmabahçe gibi yeni mekânlar, kente eklenen yeni camiler ve sahip oldukları yeni mimarlık dili, bütün bu değişimin anahtarlarıdır. Osmanlıların uzun tarihi işte. Kısacası.
İSTANBUL'U 'BİLMEZSE' GÖNÜL
Bütün bunlar İstanbul'u ne kadar az bildiğimizi gösteriyor. Beni bu sergide en çok etkileyen, nasıl bir tarih hazinesinin üstünde oturduğumuzu hiç bilmeyişimiz oldu. Oysa sergiyi büyük bir heyecan ve hayretle geziyor insan. Sadece Venedik,
San Marco Meydanı'nda bulunan ve bir zamanlar İstanbul'da yer almış atlar bile başlı başına bir heyecan nedeni. Veya Fatih'in zırhlı kaftanı ya da Kanuni'nin kılıcı. Ama sergide II. Mahmud'un çadırını görmek de mümkün. Ben İstanbul'u çok gezmiş, çok dolaşmış biriyim. Hâlâ da gezer ve dolaşırım. Henüz Sinan'ı bile bitiremedim. Ama kalbim güzel Bizans yapıları için de çarpar
. Pantokrator Kilisesi'ni senede birkaç kere görmezsem içim rahat etmez. Bunların kendi içlerinde sakladığı dilleri bilirim. Ama hiçbir zaman Sinan Usta'nın yapıtları düzeyinde olduklarını düşünmem. Buna rağmen bu yazıyı iki öneriyle bitireyim.
Birincisi, bu sergiyi mutlaka gezin, kataloğunu alıp okuyun. Eşsiz bir deneyim yaşayacaksınız. İkincisi, Kültür Bakanımız bugün cami olarak kullanılan (dolayısıyla kullanılmayan) eski Bizans kiliselerini müzeye dönüştürsün. Onu en iyi Fatih anlayacaktır. Münir Nurettin, meşhur şarkısında '
İstanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar' diyordu. Ben onu değiştirip '
İstanbul'u bilmezse gönül, aşkı ne anlar' diyorum. İnanmayanlar gidip sergiyi gezsin.