Tavla bilenler, yukarıdaki başlığın ne anlama geldiğinin farkındalar. Bir kerede bir değil, tam iki oyun birden kaybetmek... İşte biz dünyalılar olarak şu andaki durumumuz tam olarak 'Mars olmaya iki zarı kalmış' bedbaht oyuncuya benziyor!
Pazar gecesi tüm dünya ile aynı anda National Geographic kanalında ekrana gelen Mars belgeselini izlerken kendimi o şanssız oyuncu gibi hissettim.
Çünkü dünyanın bizi, yani insanoğlunu yaşatacak nimetleri hızla tükeniyordu.
Yerde afetler ve savaşlar, gökte ise göktaşı tehlikesi soyumuzu tüketmek için hazır bekliyordu.
Geriye tek çare kalmıştı:
Kapağı bir başka gezegene atmak. Eğer iki gezegende birden yaşayabilen bir ırk olamazsak, sonumuz yakındı. Bunun için ABD'de uluslararası bir vakıf kuruldu. Yanlarına da teknik sorunları çözümleyip, bu proje için kalifiye elemanları eğitecek birkaç şirket aldılar.
Hedef, 2033 yılında Mars'a ayak basacak ve oradaki üste yaşamaya başlayıp insanoğluna yeni evinin kapısını açacak bir kaşif ekibi kurmaktı.
İşte belgesel/drama şeklinde çekilen Mars adlı yapım da, kamuoyunu bu projeye inandırmak ve yatırımcıları ikna etmek üzere hazırlanmıştı.
Belgesel kısmında projenin sorumluları konuşuyor, vizyonlarını anlatıyor, drama bölümü ise 2033'e projeksiyon yaparak bu zorlu görevde insanların başına neler gelebileceğini gösteriyordu.
Mars'ı tek kelime ile 'soluksuz' izledim. Daha şimdiden bu pazar akşamı saat 20.00'de ekrana gelecek yeni bölümünü iple çekmeye başladım.
Bu arada belgeselin anlatıcısı Selma Ergeç'in seslendirmesine de bayıldım. Yapıma müthiş bir derinlik, inandırıcılık ve kalite katmıştı. Bu ismi bu görev için kim düşündüyse aklına sağlık.
İşin dramatik kısmına gelince: Belgeseli izlerken eminim siz de aynı duyguya kapılacaksınız. Hangi duyguya mı? Başkanlık sistemi tartışmalarının, Trump'ın seçilmesinin, Ortadoğu'daki savaş tehlikesinin aslında ne kadar gündelik ve 'yüzeysel' sorunlar olduğu hissine... Ve eminim aklınızdan yine o beylik cümle geçecek: 'Biz kekik dökemezken pirzolaya, elalem mekik gönderiyor uzaya...'