CUMA akşam üzeriydi. Otomobilimle bir toplantıya yetişmeye çalışıyordum. Göksel'in yeni nostaljik albümü "Hayat Rüya Gibi"yi ambalajından çıkartıp, CD çalara taktım. Ve kendimi bir zaman tünelinde buldum. Bir önceki öğünde ne yediğini hatırlayamayan ben, ilk gençliğimin en özel anlarını o melodilerle hatırladım. Deli Etme Beni Aşk, Eylülde Gel, Palavra, Ah Nerede, Başıma Gelenler, Hasretinle Yandı Gönlüm ve diğerleri... Her şarkı ile ayrı kıyıya savruldum. Çocukluğum Marmara Adası'nda, gençlik yazlarım Tekirdağ'da geçmişti. O şarkılarla birlikte denizin beni çağırdığını hissettim. Bir telefonla toplantıyı iptal edip, "İstanbul'a en uzak ama en yakın yere", gizli sığınağıma, Garipçe'ye attım kendimi... Önce Rumeli Feneri'nin gölgesinde bir acı kahve, sonra Küçük Marmara Koyu'nu gören tepede martılarla sohbet, ardından Garipçe'de mis gibi kalkan tava... Kulağımda Göksel şarkıları, göz kapağımın içinde gençlik anılarım... Üçüncü köprüye yöre halkının nasıl baktığını tespit etmek için tesadüfen orada bulunan ve beni "sobeleyen" Habertürk ekibi bile kaçıramadı neşemi. Hatta "derdimi" anlattığım için mutlu oldum. Dedim ki canlı yayında "Şu Garipçe'ye köprü yapmak kadar garipçe bir karar olamaz. İstanbul'un yeşil kalabilmiş bu nadir yeri beton istilasına uğrayacak. Şimdi beynimi süzmeye çalıştığım şu balıkçıda kafamı kaldırdığım zaman gökyüzünün maviliğini değil, uğuldayan otomobilleri göreceğim. Bu kadar kuzeye köprü yapmak, İstanbul'un trafiğine ne katkı sağlayacak, onu da bilmiyorum ya zaten." Dönüş yolunda Garipçe'nin betona yenik düşeceği o günlerin gelmemesi için güneş ufukta daha bir yavaş batıyor gibiydi. Göksel kulaklarıma usul usul gençliğimi fısıldıyordu. O günden beri kayıbım. Göksel, ne olur beni aldığın yere bırak!..