Geçenlerde
bir arkadaşımla konuşurken ansızın aklıma bir cümle geldi ve kendisine söyledim: '
Bazı hayatlar büyüktür.' Benimle yan yana olanların hem sevdikleri hem de onları bıktıran huyum kımıldamış, gene karşımdaki dostuma bir soru sormuştum. Dostum
New York'tan yani dünyanın en hengâmeli şehrinden gelmişti, ben de ona '
Bir şehri en çok çekici kılan şey nedir?' diye sormuştum. Tabii, doğal olarak verdiği cevapların hepsini önemsemiş ama sonunda kendi cevabımı verip şiddetle de savunmuştum:
insanlar! Gerçekten de bir şehri köyden farklı hale getiren en önemli unsur değişik, çarpıcı, sıra dışı, farklı, ilginç, aykırı insanların mevcudiyetidir. Osmanlı,
'Delisi olmayan yerin velisi olmaz,' derdi. İşte o: delilerin sağda, solda, sokakta, caddede, metroda, trende, otobüste görünmesi. Buradaki deliliği ister mecazi manasında ister hakiki manasında alın.
Şehirleri şehir yapan ikinci unsur olan kafeler de bu amaca hizmet içindir. Oralara oturur insan ve önünden türünün birbirinden ilginç örneklerinin gelip geçişine hayretle bakar. İnsan sirkinin seyridir kafeler.
BİR SIRRI YOK FARKLI OLMANIN
Niye böyle bir soru atmıştım ortaya? Sebebi o sırada kendisiyle New York'un sabahları pazar yeri haline gelen etrafı lokantalar ve kafelerle çevrili
Union Square isimli meydanından bahsedişimizdi. O saat, aklım, oraya gittiğimde artık göremediğim o garip adama takılmıştı. Kim olduğunu yıllar sonra hayretler içinde öğrendiğim '
sokak satıcısı'na. Güzel bir sonbahar günü, çok yıllar önce, çiftliklerinden getirdikleri terütaze sebzeleri, meyveleri satmaya çalışan onlarca satıcının arasında gördüm onu. Küçük bir taburenin üstüne oturmuş bir sebze-meyve soyucusu satıyordu. Ama pek öyle sıradan bir şey değildi gördüğüm.
Yaşlı, bembeyaz sakalın çerçevelediği suratın sahibi adam müthiş bir İngiliz şivesiyle, Shakespeare'den mısralar falan okuyarak müşteri topluyordu. Yetmedi. Adamın üstünde akıl almaz bir elbise, altında frapan bir gömlek, boynunda kimselerde görmediğim İngiliz işi, yedi düğümlük bir kravat, ceketin cebinde öyle böyle olmayan şık, çarpıcı, fışkırmış bir mendil. Evet, adamcağız bağırıp çağırmadan, müthiş bir belagatle malını satıyordu. Ondan sonra ne zaman yolum oraya düştüyse arayıp bu '
dandy'yi buldum, dakikalarca izledim, sonra çekip yoluma gittim. Ondan sonra Union Square'e her gittiğimde arayıp adamcağızı bulmaya ve izlemeye çalışıyordum. Gene de kimdir, nedir bir bilgim yoktu. Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün
New York Times gazetesinin Pazar magazininde adının
Joe Ades olduğunu öğrendim. Z
atı muhteremin diğer özelliklerini okuyunca daha da şaşırdım. Her gün aynı işi yapıyor. Sabahları evinden çıkıp yürüyerek meydana geliyor. Evi, değil sadece New York'un, dünyanın en zengin insanlarının oturduğu, Park Avenue'da, Central Park'a bakan, 500 metrekare bir daire. Her gün işini bitirip, parasını cebine koyduktan ve patates ve havuç nişastasının kalıntılarını ellerinden kazıdıktan sonra çıkıyor, gene şehrin en pahalı otellerinden birisi olan Pierre'e gidiyor. Kendisine bir şişe şampanya ısmarlıyor. İçkisini en sevdiği caz parçalarını çalan piyanistle birlikte içiyor. Smalls ve Dizzy's gibi caz kulüplerinden çıkmıyor. Araba kullandığı sıralarda Rolls Royce sürüyor. Kızı Columbia Universitesi'ni bitirmiş. Torunu aynı okula gidiyor. Dört kere evlenip ayrılmış. Şimdi kızı aynı işi yapıyor, New York'un değişik yerlerinde. Hazret, Manchester doğumlu; bir tekstil tacirinin oğlu. Gelip mimarisine, insanlarına, sokaklarına, müziğine âşık olduktan sonra New York'ta hep bu işi yaparak yaşıyor. Bütün bunları
Vanity Fair ve bahsettiğim dergide okuduklarımdan öğrendim. Çoktandır görmüyordum. Nihayet
Times'ı okuyunca anladım ki, bir gece uykusunda sessiz sedasız ölmüş. Doğrusu o ölümü de bu şık, zarif, pırıltılı, karizmatik, çarpıcı adama çok yakıştırdım. Bu yazıları, haberleri okuduktan sonra hep bir şeyler yazayım diyordum. Nihayet bu öyküyü dostuma anlattım. Beni dinledi. Hak verdi. Onu hiç görmemiş olmasına o üzüldü ben şaşırdım. Ades'ı çoktandır görmeyişimin nedeni buymuş meğer. O zaman düşündüm. Kaç ilginç hayat yaşanıyor bir kentin sokaklarında ve biz bunların kaç tanesini izleyebiliyoruz. Ha, bir de o yakıcı soru:
bizim hayatlarımız ne kadar ilginç? Lafın sonunu bağlayacak çok yer var
. Birincisi, gerçekten bazı hayatlar büyüktür. Ne iş yaparsanız yapın, eğer farklılıksa aradığınız bambaşka biri olursunuz ve kimse elinizi tutamaz. Önemlisi de budur. İkincisi, bunun tersi, farklı, sıra dışı olmak için illa da çok ayrıksı bir iş yapmak gerekmez. Joe Ades'in öyküsünden daha iyisini mi bulacaksınız şu söylediğimi kanıtlamak için? Gerçekten önemli şeydir farklı olmak ve bir o kadar da zordur.
Geçenlerde bir toplantıya katıldım. Dünyanın kendi alanlarında tartışmasız biçimde en önemli insanlarıyla bir aradaydım. Neredeyse bıçakla kesilmiş gibi ikiye ayrılmışlardı. Bir grubun giyim kuşamına, davranışına baktım. Yaratıcı, dikkat çekici, etkileyiciydi. Davranışları da öyle. Bürokrasiden gelen, başında bulundukları kurumun bürokratik geleneğini benimsemiş olanlarsa sokakta görseniz sıradan bir insan diyeceğiniz bir tarz içindeydiler. Onlar da işlerini iyi yapan insanlardı ama ne yapalım ki, sıkıcı, itici ve iç kapatıcıydılar. Bir sırrı yok farklı olmanın. Her şey gibi o da istemekle ve estetik bir bilince sahip olmakla başlıyor. Evet, farklılığın, hangi alanda olursa olsun, sırrı budur, dünyayı estetiğin içinden yaşamak. Hiçbir şey onun kadar yaratıcı, yapıcı ve değiştirici değil. Başa döneyim
. Şehirler böyledir. İnsan şu söylediklerimi ancak büyük, görkemli, karmaşık şehirlerde yaşayabilir ancak. O zaman başta söylediğimi bununla birleştireyim ve 'bazı hayatlar büyüktür ama hayatı büyüten daima kentlerdir,' diyeyim. Joe Ades'e selam olsun.