Türkiye'nin "Köprü" konumu farklı amaçlara zemin ya da temel oluşturuyor.
Örneğin, "Enerji köprüsü" olarak önemi artık herkes tarafından kabul ediliyor.
Aynı şekilde, "Medeniyetler köprüsü" işlevi de başta BM olmak üzere tüm uluslararası platformlarda tanınıyor, destekleniyor.
Ama Türkiye çok daha önemli bir alanda da "Köprü" rolünü üstlendi: Ortadoğu'da, Kafkaslar'da, hatta Balkanlar'da krizlerin diplomatik yollardan çözümüne yardım. Bölgesel ve küresel barışa katkı. Başbakan Erdoğan'ın sık sık tekrarladığı tanımla ifade etmemiz gerekirse, Türkiye "Barış Köprüsü" misyonunu omuzladı.
Geçmişte bunun en somut ve "en ünlü" örneği, Suriye ile İsrail arasındaki dolaylı barış görüşmelerine hem ev sahipliği, hem de aracılık yapması oldu. Hatırlayacaksınız; iki ülke, 5 turluk müzakereler sonunda barış anlaşmasına iyice yaklaştılar. İki-üç sözcüğe indirgenen pürüzün 6'ncı ve son turda çözülmesi planlanıyordu. Ama malum Davos krizi patlak verince, süreç duruverdi.
Türkiye ayrıca Filistinliler arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi için yoğun çaba harcadı, El Fetih ile Hamas arasında mekik dokudu.
Türkiye, Iraklı gruplar arasında uzlaşmanın sağlanmasında da en çok çaba harcayan ve başarıya ulaşan aracı oldu. Bir bölümü El Kaide, bir bölümü de Baas gruplarıyla hareket eden Sünni aşiretlerin liderlerini, gerek orta Irak'ta, gerekse İstanbul'da yaptığı toplantılarla saf değiştirmeye ikna etti. Yani direnişten vazgeçip Irak'ın yeniden inşası için Şii ve Kürt gruplarıyla ortaklığa yöneltti.
Türkiye yine yakın geçmişte Lübnan'da cumhurbaşkanlığı krizinin çözülmesinde epey ter döktü. Katar'la birlikte.
Güney Osetya savaşından sonra Kafkas İstikrar ve İşbirliği Platformu girişimi "Barış köprüsü" misyonunun bir başka örneği olarak bugün de masada duruyor. Türkiye-Ermenistan ve Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinin düzelmesinden sonra herhalde sıra ona gelecek.
Elbette, Ortadoğu'daki tüm dertlerin anası olan 60 yıllık Arap-İsrail sorununun çözümünde de sözü dinlenen muhataplar arasına girdi.
Ay başındaki randevu
Ancak öyle belalı bir coğrafyada yer alıyoruz ki, bir kriz bitmeden yenisi patlak veriyor. Son örnek, Irak ile Suriye arasında bir aydır yaşanan tehlikeli gerginlik.
Irak, 19 Ağustos'ta Bağdat'ta Dışişleri ve Maliye bakanlıklarına düzenlenen ve 95 kişinin ölümüne yol açan bombalı saldırılarla ilgili olarak Suriye'yi suçluyor. Gerekçe olarak da saldırı talimatını Suriye'de üslenmiş grupların vermesini gösteriyor. Gerginliğin iyice tırmandığı günlerde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'yla birlikte Bağdat-Şam turu yaptığımız için biliyorum, işin sarpa sarması sadece Türkiye'nin çabalarıyla önlenebildi. Irak tarafı konuyu BM Güvenlik Konseyi'ne götürmek istiyordu. Oysa bu, sorunun uluslararası platformlara taşınması ve çözümünün neredeyse imkânsızlaşması anlamına gelecekti. Ankara'nın telkinleriyle Irak Başbakanı Nuri El-Maliki, Suriye'yle diyalogu kabul etti. İki tarafın heyetleri bugün İstanbul'da Türkiye'nin ağabeyliğinde bir araya gelecekler. Bu, Bağdat ile Şam arasında, krizden bu yana ilk doğrudan, yüz yüze temas olacak.
Ve bir başka önemli gelişme: İran'ın nükleer krizinde "Son umut" toplantısı önümüzdeki ay başında Türkiye'de yapılacak. Tahran'ın ve BM adına müzakereleri yürüten "5+1 grubu" nun (Güvenlik Konseyi'nin 5 sürekli üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve bir de Almanya) temsilcileri 2008'de Cenevre'deki randevuda kesilen süreci yeniden başlatmaya çalışacaklar.
"Son umut" dememiz boşuna değil; zira uzlaşma sağlanamazsa İran çok daha sert ve ağır yaptırımlarla karşılaşacak. Daha da vahimi, İsrail'in ölüm-kalım sorunu yaptığı İran'ın nükleer silah teknolojisine erişmesini önlemek için bu ülkeye sonucu kestirilemeyecek saldırılar düzenlemeye kalkışması da neredeyse kaçınılmaz hale gelecek.
Özetlersek; Türk diplomasisini heyecanlı ama bir o kadar da zorlu günler bekliyor.