Bir ülkede hekimler hastalara ilaç vermeyip mikrop aşılamaya, polisler banka soymaya, kaptanlar gemi batırmaya başlarlarsa ne olur?
Yaşantının altı üstüne gelir, değil mi? Daha kötüsü, şifa, güvenlik, ulaşım gibi kavramların içi boşalır.
Üstünde pek durmuyoruz, farkına varmıyoruz ama toplumumuzda çoktandır öyle bir temel işlev erozyonu yaşanmakta. (Yine daha kötüsü: belki farkındayız da umursamıyoruz. Anlam çarpılmalarını kanıksamış, yozlaşmalara alışmışız belki.)
Son örnek silahlı kuvvetlerimizin durumu. Onların başlıca görevinin sınırlarımızı savunmak olduğunu öğretiriz birinci sınıf öğrencilerine. Ama en üst kademelerinde kimilerinin tam ters yönde entrikalara karıştıkları iddiası henüz kuşkuları giderecek kesinlikle çürütülebilmiş değil. O yapılamayınca huzur ve güven duygusu çürüyor.
Bir başka işlev bulanıklığını adalet konusunda yaşıyoruz. O kavramın işlevini, önemini, yüceliğini söz ve yazıyla övüp dururuz ama ülkemizin uygulamalarında pek çok etkiye açık olduğu sır değil. Kâh o gücün, kâh bu gücün devreye girmesiyle oraya buraya çekilebiliyor.
En vahimi, "Sol" tersyüz edildi Türkiye'de.
***
Nedir onun temel anlamı?
Toplumu ileriye doğru değiştirmek.
İleriye! Daha özgür, daha hakça, daha ahlaklı bir düzene doğru.
Ülkemizde o davayı sahiplenecek güçler ve düzenleyecek örgütler gelişmeyince oluşan boşluğa sahteleri doluştu. Medyada solculuğu kendinden menkul bir sürü pozcu her gün ahkâm kesiyor. Akademik çevrelerde sayısız cahil
"hoca" gençlerin aklını karıştırıyor. Kimi sözüm ona emekçi hakları savunucusu sendikacı yalnız kendi çıkarını ya da egosunu kolluyor.
Öyleleri yargıdaki statüko bekçileriyle el ele verince sonuç toplumun ilerlemesi değil, durgunluk batağına demir atması ya da gerilemesi olmakta.
Örnek isterseniz, bir kere daha hatırlayın İstanbul'un merkezinde kokuşan dev bina cesedini. Toplum çıkarını korumakla görevli birtakım kurumlar o cam ve çelik dekorunu el sürülemez eski eser ilan ettiler. Birtakım
"sanatçı temsilcileri" bütün çözümleri önleme kaprisini zafer saydılar. Birtakım yargıçlar
"Dokunulamaz" buyurdular. Öylece mumyalaştı hızlı değişim dehası Atatürk'ün adını taşıyan yapı.
***
Şimdi bir sendikanın yöneticileri bir devlet dairesindeki kameraların kaldırılması için valiliğe başvurmuş, önerilerini kabul ettiremeyince dava açıp isteklerine uygun karar çıkarmışlar. Mahkemenin gerekçesi:
"Her şahıs ailevi hayatına ve meskenine hürmet edilmesi hakkına maliktir."
Şimdi kimi
"ilerici" yorumcularımız emekçi hakkı savunusu diye alkış tutacaklardır bu karara ve gerekçeye. Öylece devlet dairelerinin mesken, oralardaki hayatın da
"ailevi" sayılabileceğini öğrenmiş oluruz.
Tekrar vurgulayalım: ilerlemek daha sağlam ahlak yönünde adımlar atmayı içerir. Halk yandaşlığından uzak bir bürokratik düzende yolsuzlukları azaltma amacıyla devlet dairelerini denetlemek öyle bir adımdır. Önlenmesini insancıllık saymak ise zordur.
Yoksa savunulacak emekçi çıkarları arasında rüşvet alma hakkı da mı var?
***
İşin komik tarafı, bu
"özel hayatı koruma konusundaki hassasiyet" örneğinin günümüz Türkiye'sinde gösterilmiş olması.
Hangi Türkiye? Derin devlet gücüyle duş kabinlerinin bile gözetlenebildiği ülke!
Hani köy köpeklerinin saldırısına uğrayan adam, atmak için yerdeki taşları almak isteyip de topraktan sökemeyince demiş ya:
"Ulan burada itleri salıp taşları bağlamışlar!"
Biz de şu ara kameraları nereden söküp nereye takacağımızı, kimi salıp kimi bağlayacağımızı bilebilsek keşke...