Eğer, 1999-2004 arasındaki gibi sürekliliği olan bir zaman aralığında silahlar sussa Türkiye'nin nereden nereye geldiğini daha bir net göreceğiz...
Biliyoruz, başta Anayasa olmak üzere "bürokratik" devleti ayakta tutan temel yasalar henüz değişmedi. Ulus-devlet zihniyeti de yerli yerinde duruyor.
Ama devleti yöneten "siyasi" anlayış ve toplum değişti. Bu değişim şimdi Türkiye'yi değiştiriyor.
Şu olup bitenlere bir bakın...
Birkaç cephede birden inanılmaz bir mücadele var. Dış ilişkilerde, ekonomide yapılanlar bir yana asıl dikkat çekici olan geçmişin kirli yapılarıyla süren yüzleşme...
12 Eylül darbecilerinden Susu rluk'a, faili meçhul cinayetlerden Muhsin Yazıcıoğlu'nun şüpheli ölümüne kadar her şey didik didik ediliyor.
Özellikle de şiddetin yükselmesi nedeniyle "Acaba yeniden döner miyiz?" diye kaygılandığımız 90'lı yıllar...
O yıllar devletin pervasızlaştığı ve açık açık rutin dışına çıktığı yıllardı. Sadece 1993'te olanlar alt alta yazılsa insan dehşete düşüyor.
Uğur Mumcu'dan Eşref Bitlis'e, Özal'dan Cem Ersever'e ve Bingöl'de 33 askerin katledilmesine kadar bir dizi karanlık olay yaşandı.
O karanlık yılları aydınlatmak için birkaç koldan dava sürüyor ama derin araştırmalar daha yeni başladı.
Ve en önemlisi tanıklıklar... Polis memuru Ayhan Çarkın'ın, vicdanının sesini dinleyerek yaptığı açıklamalar bu açıdan bir dönüm noktası.
Susurluk aydınlatılırsa sorumluluğu sadece birkaç polis memuruyla sınırlı kalmayacak. Türkiye'yi faili meçhuller cehennemine çeviren ve içinde siyasilerin, askerlerin, bürokratların olduğu karanlık yapı er veya geç açığa çıkacak.
Bir süre önce Radikal gazetesi, Susurluk kazasından hemen sonra dönemin Cumhurbaşkanı Demirel başkanlığında yapılan bir toplantının tutanaklarını yayınlandı.
Bir anlamda "Susurluk Zirvesi" diyebiliriz. Masanın başında Demirel, çevresinde Başbakan Necmettin Erbakan, Yardımcısı Tansu Çiller ve muhalefet liderleri Mesut Yılmaz, Deniz Baykal, Bülent Ecevit ve Muhsin Yazıcıoğlu...
O güne kadar olup bitenlere sessiz kalan isimler o gün Başbakan Erbakan'ın ağzından şu gerçeği öğreniyor: "Devletin içinde kontrolsüz güçlerin ortaya çıktığı kanaatindeyiz. Şimdi bu raporlar içinde çok büyük önemi olan dosya MİT'in incelemeleridir. 58 kişiyi bize bildirmişlerdir. Bu 58 kişinin içinde 29'unun dosyalarımızda bilgileri vardır. 16'sı hayattadır. 13'ü hayatını kaybetmiştir. Geriye kalan 29 kişi hakkında ise dosyalarımızda bilgi yoktur. 'Araştırılması gerek' dedikleri insanlar hakkında dördünün politikacı, dördünün işadamı olduğunu isimleriyle bize bildirdiler. Beşinin asker, 13'ünün emniyet mensubu, 14'ünün ülkücü mafya mensubu olduğunu yazmışlar. Sekizinin ise bilinen eroin kaçakçısı olduklarını yazmışlar. Bu yumağın içindeler diyorlar."
Bu kadarı bile bir devlet için utanç tablosudur.
Bunu bildiği halde o günün siyasileri Susurluk'u aydınlatamadı.
İçinde siyasetçi, işadamı, asker, polis ve eroinci olan çetenin varlığını bilen siyasilerin şimdi nerede olduklarına bakın. Türkiye toplumu çoğunu sandığa gömdü.
Son bir soru: Susurluk'u yaratan neydi?
Bugün de karşımızda duran Kürt meselesi ve onun çözümsüzlüğü sonucu ortaya çıkan şiddet.
Hâlâ da bu sorundan beslenen kirli yapılar var.
Şimdi o defter kapatılıyor.
Bu noktaya nasıl geldiğimiz önemli... Balyoz'a, Ergenekon'a, 27 Nisan e-muhtırasına, İrticayla Mücadele Eylem Planı'na, İnternet Andıcı'na "dur" denilmeseydi bunlar olur muydu?
Bugüne kadar 1921 Anayasası hariç tüm anayasalarımız tepeden indi. Dayatılan, dar tutulan bu anayasalar bizi dünyayla buluşturamadı. Şimdi kendi rengimizi, farklılığımızı ama aynı zamanda ortak değerlerimizi yansıtabileceğimiz bir anayasa yapma şansımız var.
Kürt siyaseti, bırakın başka şeyleri, en çok mağduru olduğu karanlık yapılardan kurtulmak için bile bu sürece destek vermeli.