Bir ülkenin kirli geçmişinden ve kirli ilişkilerinden arınması için önce büyük sorunlarını çözmesi gerekiyor. Çözmezse başı dertten kurtulmaz. Tıpkı bizim Kürt sorunu gibi...
Türkiye'de devlet içindeki cuntacı yapılanmalar da, mafya, çete ve itirafçılık gibi yasadışı örgütlenmeler de ağırlıkla Kürt sorunundan besleniyor.
Son yıllarda bu konuları çözmede önemli bir irade ortaya kondu ve iyi adımlar atıldı, atılıyor.
Bu mücadele bundan sonra daha ileri bir noktaya taşınır mı bilinmez ama şu gerçeği bu ülkede yaşayan herkes biliyor:
"İstisnalar kaideyi bozmaz ama devlet (Siyaset-polis-asker) göz yummazsa hiçbir yasadışı iş olmaz..."
Bu sözü en yoğun biçimde Susurluk sürecinde duydum.
Hatırlayın o günleri...
12 Eylül darbesi ve 90'lardaki "düşük yoğunluklu savaş"ın yarattığı o zeminde geleneksel mafya babalarının yerine "ülkücü" camiadan devşirilen babalar ikame edilmiş ve ortaya pervasız bir "babalar" topluluğu ve devletin farklı birimlerine bağlı çeteler çıkmıştı. Devlet ruhsatlı bu yapılar o yılların astığı astık krallarıydı. Kimse dokunamıyordu. Sokak ortasında adam vuruluyor, haraç alınıyor, insanlar kaçırılıyor ama devlet susuyordu. Hatta vatandaş uğradığı haksızlığı gidermek için adalet yerine bu mafya babalarına gidiyordu. Onlar da sokakları kan gölüne çevirmekten çekinmiyordu; çünkü arkalarında devlet desteği vardı.
Peki, şimdi nerede o mafya babaları?
Devlet desteği bittiği için hepsi cezaevinde ve dışarıdaki adamları da işsizlikten kırılıyor. O sözü bir kez daha hatırlayalım: "Devlet göz yummazsa hiçbir yasadışı iş olmaz..."
Uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin Baybaşin bu gerçeği en iyi bilenlerden biri. 90'lı yıllara ilişkin söyledikleri tam da bu gerçeği dile getiriyor:
"12 Eylül sonrasıydı kimse müdahale etmiyordu. Uyuşturucusundan, hayali ihracatına, banker olaylarına kadar onlarca olay oldu. Pek çok insanın işyerine el koydular. Bunları yaparken devletin desteği lazımdı. 80'li yılların ortasında bunun için çok basit bir mazeret ortaya çıktı; 'PKK ile mücadele...' PKK ile mücadele görüntüsü altında yapmadıkları zulüm kalmadı."
Bu tespiti yapan Baybaşin, devletin kendisine koruculuk teklif ettiğini, ancak kabul etmediği için dışlandığını ve ölümle tehdit edildiğini söylüyor.
Bütün bunları yıllar sonra Hollanda'da bir cezaevinin dört duvarı arasında konuşuyoruz. İlişkileri beni şaşırtıyor. Generallerle, MİT yetkilileriyle, bölge valileriyle oturup kalkıyor. Peki, hangi özelliğiyle bu kadar insanı tanıyor? Cevabı çok sade:
"Türkiye'de etkinliği olan sayılı insanlardan biriyim. Devletin bütün kurumlarındaki etkili insanlar, benimle tanışmaya gelirlerdi."
Aslında Baybaşin'in pozisyonu da, ilişkileri de, söyledikleri de o dönemin kodlarını çözecek nitelikte.
Alın Türkiye'ye dönüş hikâyesini... 1984'te Hüseyin Baybaşin Londra'da 6 kilo eroin suçlamasıyla yakalanır ve cezaevine konur. Aradan 5 yıl geçer. Ve devreye kim girer biliyor musunuz?
İşte cevabı: "Ben İngiltere'de tutuklandığımda herhangi bir suçla gözaltına alınmadım. Pasaportum sahte olduğundan kendimi ifade de edemedim. Gözaltındayken MİT'ten Necdet Küçüktaşkıner ile Emniyet'ten Mete Bozbora bana; 'Burada görüştüğün insanlarla ilgili bir şey söyleme. Dava kapanır Türkiye'de serbest kalırsın' dediler. Dolayısıyla ben adımı bile söylemedim. Benim kim olduğumu bilmiyordu İngiliz yetkililer. Zaten Türkiye'ye getirdikleri zaman şaşırdılar. Mesut Yılmaz dışişleri bakanıydı. Londra'da, Nabi Şensoy bey ile o zamanki ismimle yazıştım. O mektuplar hâlâ duruyor. Rahmi Gümrükçüoğlu bazı yetkililerle görüştü ve Türkiye'de müebbet ceza almış bir İngiliz vatandaşı ile beni değiştirmeyi kabul ettiler. Ve onun için yasal düzenleme zaman aldı. Bittikten sonra da beni Türkiye'ye getiren İngiliz yetkililer o İngiliz vatandaşı da geri götürdüler, Albino Cimini'ydi adı."
İlginç değil mi?
Türkiye'ye devlet eliyle getirtilen bir Baybaşin'den söz ediyoruz. Yaptığı açıklamalara da bu gözle bakmakta yarar var.