Otel odasının camından bakıyorum. Kemerli bir pencere bu. Karşıdaki büyük katedralin altın kaplı büyük soğan kubbesinin sipsivri ucu, arkasındaki ikinci mavi-beyaz taş kubbe, üçüncü ve daha yüksek kubbeyle birlikte, pencere kavsinin tam ortasına değiyor. Geride akşamüstü renkleriyle yüklü neredeyse sonsuz bir gökyüzü uzanıyor.
Saat gecenin 11'i. Bugün 21 Haziran. Yılın en uzun günü. Beyaz geceler başlıyor. Pencereden bakıp, bu saatte kentin içinde yüzdüğü Kuzey ışığını görüp, beş yılını sürgünde, Sibirya'da, geçirdiği 59 yıllık kısa ömründe, buralarda yaşarken, şu 21 Haziran gecelerinde, o saralı, iflah olmamış kumarbaz yazar, "herkesi her şeyden sorumlu tutan" büyük inançlı Hıristiyan aklından neler geçiriyordu diye düşünüyorum ve 12 yıl önce de buradaydım diyorum. Hayat kendini tekrar edince katılaşıyor.
İki adım ötede, Suç ve Ceza'nın ince ince anlattığı Nevsky Caddesi'ni geçip, bu otele girdim. Öncesinde yürüdüm. Hemen köşede Moika ırmağının üstündeki köprüyü geçince büyük meydan başlıyor. Kışlık Saray pek de sevmediğim beyaz-yeşil renkleriyle ve basık, kunt görkemiyle duruyor. 1905'te köylüler, halk bu saraya yürümüştü. Bu meydanda Çar'ın açtırdığı ateşle can vermişti. Şu benim kaldığım otel besbelli o günün bütün dehşetini yaşadı. Şimdi sağır ve dilsiz. Susunca tarih bir inkâra dönüşüyor.
Saat sabahın 1'i. Gene sokaktayım. Kuzeyin Venedik'i, kanallar boyunca uzuyor. Hava biraz kararmaya başladı. Derin, aydınlık ve mavi bir gecemsilik yayılıyor etrafa. Sular tam manasıyla "menekşelendi". Gök neredeyse bir uçurum kadar derinleşiyor. Yollar neredeyse bomboş. Tek tük insanlar. Her köşe başında diğerinden daha görkemli bir katedral. Büyük Rus inancının başkenti burası. Kadınların boynunda haçlar.
Bir kitapçının vitrini önünde mıhlanıp kalıyorum. Akşamın (yoksa sabahın mı) alacası bir kitabın kapağındaki sakallı, avurtları çökük, kırgın ve kızgın, tevekkül ve isyanla bakan Dostoyevski'yi aydınlatıyor. "Burada da karşılaştık" diyorum. Birbirimize bakıyoruz. O belki de onu ilk kez okuduğum o uzak yılları görüyordur.
Bir Paris olarak tasarlanan, her şeyiyle Batı'yı öykünen bu kentte o Aydınlanma'yı ve Batı'yı reddediyordu. Batı'nın büyük Slav ruhunu kirleteceğine inanmıştı. Tepeden tırnağa bir kader insanıydı. Gece gündüz kumar masalarında kaybetmesinin başka bir nedeni olamazdı. Kumar: Tanrı'nın verdiği kaderi insanın hırsında bulmak çabası. 19. yüzyılın büyük mağluplarından biriydi ama o mağlubiyetinden Yunan tragedyalarından ve Shakespeare'den sonra insanın en büyük anlatısını çıkardı.
Tanrı ve inanç her zaman umut demek değildir. Tersine, insan bazen büyük umutsuzlukları inanç olarak yaşayabilir. Yoksa Dresden'de bir sergide Genç Holbein'ın o kadar karanlık ve umutsuz çizdiği çarmıhtan indirilmiş İsa resmi karşısında neden esriyecek ve Stendhal sendromunu yaşayacaktı? En büyük inananın en büyük mağlup olduğunu görmek... Başka türlü "Tanrı sevgisinin ötesine geçen bir günah olabilir mi" diye sorar mıydı? Zaten ilan etmişti: Tanrı olmasaydı ben Tanrıydım diye. Tanrı ise günah ve suçtu, onlar olmasaydı Tanrı olmayacaktı.
Mağlup olan 19. yüzyılın bilimselciliği karşısındaki bu artık cılızlaşmış ve iyiden iyiye eskimiş düşünceydi. Rusya Batı'ydı. Aynı tarihlerde başlamıştı Osmanlı ve Rus modernleşmesi. Ama onların "resmi ve nesri", ikonları ve orgları vardı. Onlar Batı olabilirlerdi, oldular. Biz ise Batı'nın "muhteşem" dediği Petro'ya "deli" demeyi tercih ettik.
Devrim, orada da burada da bu büyük yürüyüşün son hamlesiydi. Her ikisi de sadece dünyanın değil toplumun da bilimselleştirilebileceğine inanıyordu. Birisi Petrograd'ı terk ediyordu, diğeri İstanbul'u. Ve şimdi fark ediyorum ki, o tarihi okuduğum yıllarda hiç düşünmemişim ama Petrograd Sovyeti bir türlü ağarmayan uzun ve karanlık gecelerin ürünüydü. Devrimi başlatan şimdi bir limanda uzun uykusunu yaşayan geminin adının Şafak olması tarihin küçük bir çimdiği sadece.
Artık sabah. Saat 3.30 ve her yer sabah ışığına boğulmuş. Soğan kubbeler pırıl pırıl yanıyor. Uzun ve ışıksız kışta bunlar herhalde birer işaret fişeği. Petersburg'un ruhunu bu ışıklı, pırıl pırıl mağaza vitrinleriyle yüklü sokaklarda değil o katedrallerde aramak gerek. Bir de yaşlı, yıkık dökük, büyük yapıların soğuk iç avlularında. Bir köşe dönüyorum. Büyük İsa kilisesi çıkıyor karşıma. Dostoyevski bu kentte çıldırdı. Sağımdaki otelin bir odasında Yesenin kendini asıyor. Acaba diyorum o sırada bu kiliseye mi bakıyordu? İntihar: Tanrı olmanın son kertesi.
Kalemle çizilmiş kadar uzun ve güzel kadınların ışıklı mavi gözlerindeki keder ve hüzün bu kentin ta kendisi, Petersburg, suçun ve günahın zevki deyip giriyorum otel odasından içeri. Karşımda gene büyük kilisenin pencerenin kavsine dokunan soğan kubbesi...