1970'li yıllara damgasını vuran "içi dışına dönmüş bina" diye bildiğimiz, Paris'teki Beaubourg'un mimarlarından Renzo Piano'nun elinden çıkmış dünyanın en güzel müzelerinden Beyeler'in bir ucundan bir ucuna yürüyorum. Sağ yanımda uzayıp giden sonsuz pencereden uzaklardaki tepelere doğru usulca yükselen yemyeşil ovaya bakıyorum. Müthiş ağaçlar var. O kadar yüksekler ki, neredeyse tepelerini göremiyorum. Solumda Brancusi'nin yumuşak heykelleriyle Richard Serra'nın heykelleri bir arada. Aklım 1970'lere kayıyor.
1973 olmalı. Henüz yayınlanan Milliyet Sanat Dergisi'nde Başbakan Bülent Ecevit, o güne kadar kimselerin adını bile bilmediği Brancusi hakkında bir yazı yazmış. Bir ziyaret için gittiği Romanya'da o ülkenin köylüsü, Paris'e kadar yalınayak yürüyüp bir sabah o güne kadar hiç tanımadığı Rodin'in kapısını çalıp, "usta sana geldim" diyen Brancusi'nin evini ve oradaki "Sonsuz Sütun" yapıtını görmek istemiş, görmüş ve mistik düşüncelerle yüklü bu yazıyı yazmış. Türkiye kısa bir süre sonra kana ve ölüme bulanacak...
Peyzaj derin, geniş, büyük bir bahçede bitiyor. Beyeler Müzesi'nin koleksiyonunun önünden hızlı adımlarla geçiyorum. Onlarcasını gördüğüm Picasso'lar, Cezanne'lar, Monet'ler akşamın uzak ışığında/n bana bakıyor. Ayak seslerimi dinliyorum. Dışarıda yüzlerce kişilik bir kalabalık var. İnen yağmura aldırış etmeden içki içiyor, eğleniyor. Bir sanat fuarının insanları bunlar. Giysileri ve ayakkabıları, bilhassa onlar, gözüme çarpıyor. Kimsenin ayakkabısı ötekine benzemiyor. Her biri ayrı bir heykel. Bruckhard'ın Rönesans Floransa'sında kimsenin giysisinin bir başkasınınkine benzemediğini söyleyen satırlarını anımsıyorum.
O sırada cep telefonuma mesaj geldiğini haber veren çınlamayı duyuyorum. Evet, öyle, "Almanya'ya hoş geldiniz" diyor, "Türk Büyükelçiliği'nin numarası şudur" diyor. Bir müzenin koridorlarında dolaşırken bir ülkenin, İsviçre'nin, sınırlarından bir başka ülkenin, Almanya'nın, sınırlarına geçiyor insanlar ve gerisin geri dönüyorlar.
Biliyorum, nefis Giacometti'lerini çok sevdiğim bu müzenin bu özelliğini. Avrupa'nın bin türlü tanımı var, birisi, galiba en önemlisi bu diyorum: sınırların anlamı ve anlamsızlığı. 19. yüzyılda da mezhepler ve diller bazı sınırlar oluşturuyordu ama gene de kültürü ve dinsel geçmişiyle ortak bir Avrupa vardı. Birinci Dünya Savaşı Avrupa'nın zihnine sadece yok ettiği milyonlarca insanla değil getirdiği ülke sınırları ve pasaportlarla da ağır bir travmayı indiriyordu. Walter Benjamin bundan en çok yakınanlardan biriydi ve bir sınırda öldü.
Basel'in kendisi 1990'larda çok tartışılan, Deleuze'un yersizyurtsuzlaşma (deterritorialization) kavramıyla döne döne irdelediğimiz sınır kavramının somut bir işareti. Kasvetli, küçüğün küçüğü ama çağdaş sanat piyasasının kalbi olan bu kentte, İsviçre'nin değiştirmemekte direndiği Frank ile Euro kasalarda, hesap pusulalarında birlikte yazılıyor. İnsanlar birkaç dili birlikte öğreniyor.
Avrupa bu. Etrafımdakilerle konuşuyorum. "Eğer" diye başlayan soruların sonu yok. "Eğer Viyana'yı alsaydı Osmanlı ne olurdu?" diye sorup cevabını kendim veriyorum: "ilk Avrupa Birliği kurulur, Osmanlı'yı püskürtmek için tıpkı 'canavar' dedikleri Napolyon'u alt etmek üzere bir araya geldikleri gibi birleşirlerdi." Mezheplerin 30 yıl, 100 yıl süren savaşlarla böldüğü Avrupa bir kere daha Hıristiyan birliği için kenetlenirdi.
AB, diyorum, sonra kendi kendime, uzun koridorlardan geçip nefis bahçeye açılırken ve yanımdaki küçük, nefis su birkintilerine bakarken, bu değil midir, bugün? Dışarıdaki insanlara bakıyorum, kulağıma büyük Avrupa dilleri geliyor. Avrupa burada diyorum, sanatın etrafında buluşmuş insanlar, zinde, diri, kararlı ve eğitimli.
Burası Basel. Holbein ve daha bir çokları, ilk İtalya'da patlayan ve Kuzeye doğru tırmanan Rönesans'ın bu ilk durağında usta oldular. Şimdi bu 200 bin nüfuslu, kasvetli kasaba-kent sanatın kalbiyse, belkemiğiyse bu geçmişinden dolayıdır. Bu bahçe ve bu ağaçlar da onun serpintisi, uzantısı, izleri. Binadan çıkıyorum. Sartre'ın "evrenin tozunu üstlerinde taşıyorlar" dediği Giacometti'nin ince, uzun adamları arkamdan bakıyor. Hepsi, yürüyor ama hiçbir yere gitmiyorlar. İnsanın yeryüzünde yürüyüp aşamadığı, yürüyüp bir yere varamadığı bir tek "şey" vardır, diyorum, kaderi. Bunlar da o yüzden ürpertici: kaderlerini ve kederlerini yüklenmiş insanlar bunlar.
Ağaçların yaşlarını bilmek imkânsız diye içimden geçirip İsviçre'den yürüyerek geldiğim Almanya'nın yeşil bahçesine, akşamın lacivertleşmiş ışığında ayak basıyorum. Hangi sınırı geçersem geçeyim, burası Avrupa. Giacometti'nin yürüyen adamları acaba bu nedenle mi bir yere gidemiyorlar?
Sınır/sızlık Avrupa'da bir kader herhalde deyip, yağmurun altında ıslanıyorum.