Tekel işçilerinin eylemi, direnişi sadece devam etmekle kalmıyor giderek büyüyor ve öyle anlaşılıyor ki, sadece bundan sonrası için değil bugüne kadar getirdiği çizgi itibariyle de önemli bir nirengi noktasıdır. Bugün hükümetle işçi kesimi arasındaki bütün sorunlar bir anda, bıçakla kesilir gibi ortadan kaldırılsa dahi bu girişim kolektif hafızada yer etmiştir. Bu bakımdan direnişin anlamı üstünde farklı açılardan durup düşünmek gerekiyor.
Böyle bir direnişin genel greve dönüşmesi ve peşine büyük kalabalıkları takması öncelikle 30 yıldır kesintisiz bir biçimde devam eden hâkim ekonomik ideolojinin yani sınırsız liberal pazar ekonomisinin bazı temel iddialarının çürüklüğünü gösteriyor. O anlayışa göre işçi sınıfı ortadan kalkmıştır, hiçbir güce sahip değildir ve bundan böyle sınıfsal bir karar almak ve oluşturmak söz konusu değildir. Bırakın hâkim ideoloji yanlılarını şimdi kendisini solda gören, gösteren birçok aydının ve politikacının dahi sarıldığı, sahiplendiği bu düşüncenin öyle bir geçerliliğinin olmadığı şimdi apaçık ortaya çıkmıştır. Bugün de bir işçi sınıfı vardır.
Bugün de sınıfsal tepki söz konusudur. Örgütlenebilirse bu sınıf ve kitle politik hayatta bir belirleyici rolü oynamaya adaydır.
Örgütlenebilirse...
Bu kavram bende Türk siyasal yapısını tayin etmek ve biçimlendirmek bakımından çok önemli bir anlam kapasitesine sahip. Şuradan başlayalım...
Türkiye, sosyolojik yapısı bakımından Latin Amerika ülkelerine çok benzer. Bu toplumların siyasal tepkisi sınıfsaldır. En farklı zannedilen siyasal oluşumların altında dahi bu sınıfsallık yer alır. Toplumsal dönüşümleri, seçmen davranışını keza bu dinamik meydana getirir. Bu nedenle de sol Latin Amerika ülkelerinde bütün darbelere, hegemonik dayatmalara rağmen daima ayaktadır.
Aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Bu iddianın iki büyük kanıtı vardır.
Birincisi, öteden beri söylendiği üzere Türkiye'de merkez sola dönük eğilimler sınıfsal bir öze sahip olmuştur. Dar gelirli, göçmen, sınıf atlamak isteyen kitleler bu kesimin kullandığı aktif modernleşme yöntemleriyle kendilerini özdeşleştirmişlerdir. Buradaki detay şudur: bu sınıflar sınıfsal bir tepki göstermekte ama Marx'ın anlattığı türden bir "bilinçsizlik" içinde bulunmaktadır. Yani sınıf bilinci olmaksızın sınıf tepkisi gösteren kitlelerdir bunlar.
İkincisi 1970'lerde Ecevit'in yaptığı çıkıştır. Ecevit'in büyük başarısı daha önce sağ partilere oy veren kitlelere sınıf bilincini kazandırmasındaydı. 1973'te de 1977'de de kendisini gösteren büyük hamleler daha önce sağ partilere oy veren dar gelirlilerin, emekçilerin, göçerlerin sınıf bilincini kazandıktan sonra sol tepkilerini sol bir partiyle özdeşleşerek ortaya koymasıydı. Bu uzun vadeli bir hamleydi. Uzun sürede hazırlanmıştı. Sınıfsal bilinç insanların en son ve en zor kazandıkları bilinçtir.
Yeniden bugüne dönecek olursak, durum benim açımdan şu özelliğe sahiptir.
Ortada bir sol partinin bulunmaması, bir kere daha belirli kitlelerin özellikle modernleşme ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla AK Parti'ye yönelmesine yol açmıştı. Üstelik bu defaki modernleşme arayışı daha öncekilerden çok farklı öğelerden mürekkepti. Parti de iktidarda ekonomiyi büyüterek, enflasyonu düşürerek, bilhassa sağlık ve sigorta alanlarında önemli hamleler yaparak bu kesimin asgari beklentilerini karşılamıştı.
Buna mukabil AK Parti'nin global ekonominin temel dürtülerinden uzak hareket etmesi, kapitalizmin ana ilkelerinin uzağında kalması olanaksızdır. Şimdi AK Parti bu kitleyle sınıf-emek-ücret temelinde karşı karşıya gelmiş durumdadır. Bu hassas bir noktadır. AK Parti bugüne kadar bu kitleyle yaptığı koalisyonu neredeyse sorunsuz sürdürdü. Öncelik çünkü ekonomi dışı konulara kaymıştı. İlk ekonomi özlü karşılaşmada bir gerilim doğdu. AK Parti şimdi o koalisyonu ekonomik-sınıfsal temeller üstünde yenilemek zorundadır. Yoksa bu bir çatlama/kırılma noktası meydana getirebilecektir.
Sınıfsallık su gibidir, sıkıştırmak olanaksızdır. AK Parti'den ziyade bunu sol hatırlasa daha iyi olur...