Başkent Kiev'de, bu satırlar yazılırken, kanlı bir ayaklanmanın sonuna yaklaşılmaktaydı. Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç, "bir çözüme varıldı" açıklamasını biraz erken yaptı, ancak daha sonra AB aracılığıyla hükümet ve protestocular arasında bir anlaşmaya varıldığı ortaya çıktı. Bu anlaşmanın, kan dökülmesini engellemeyi ne kadar başaracağını zamanla göreceğiz.
Ukrayna'daki halk ayaklanması, büyük ölçüde aralık ayında yapılan Vilnius zirvesinde, Başkan Yanukoviç'in AB ile ortaklık anlaşması imzalamayı reddederek Rusya ile gümrük birliğini tercih etmesi yüzünden başladı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in, Vilnius zirvesi öncesi Ukrayna'yı tehdit ederek, AB ile anlaşma imzalanması halinde gümrük hadlerini yükselteceğini açıklaması, Ukrayna halkı tarafından tepkiyle karşılandı ve sosyal yangını körükledi. Dünyanın çok değişik ülkelerinde patlayan hareketler, meydanlara döküldüklerinde benzer görüntüler verebiliyorlar, ancak bir tarafa Wall Street hareketlerini, Hamburg ayaklanması ve Gezi olaylarını, diğer kategoriye de Kiev, Tahrir, Rabıta, Tunus, Caracas kalkışmalarını koymak gerekiyor. İkisi arasındaki temel fark, muhalefet hareketlerinin yer aldığı rejimlerde yatıyor. Demokratik rejimlerde de sosyal patlamalar yaşanıyor, ancak bunlar ciddi kan dökülmesine ve iktidar değişikliklerine yol açmadan yönetilebiliyor. Demokratik olmayan rejimlerdeki ayaklanmalar, bir kan gölüne dönüşüyor ve rejimleri temellerinden sarsıp yıkabiliyor. Ukrayna olayları, iki önemli hususa işaret ediyor: Birincisi, AB ülkeleri, enerji açısından ciddi biçimde bağımlı oldukları Rusya Federasyonu'nun oluşturduğu yeni bir demir perde ile yüz yüzeler. Rusya, AB'ye giden enerji hatlarının büyük kısmına egemen durumda, ancak bu enerjiyi satmazsa kendi rejimini sürdürecek ciddi bir gelir de yaratamıyor. Böylelikle, iki tarafın da, birbirinden vazgeçemediği ancak birbirine zıt toplum projelerini hayata geçirmek istediği çok zor bir denge oluşuyor. İkinci önemli husus, AB'nin yapısı ve işleyişi konusunda:
Ukrayna'da kan dökülmeye başladığında, AB hiç olmadığı kadar hızlı hareket ederek diplomatik ağırlığını koymak zorunda kaldı. Almanya, Fransa ve Polonya'nın dışişleri bakanları Kiev'e gitti. Gittikleri gibi orada ziyaretlerini uzatarak hükümet ve protestocularla arabuluculuk yapmak durumunda kaldılar.
AB'nin, uluslararası düzeyde bir krize bu kadar hızlı ve etkili biçimde müdahale edebilmesi, muhtemelen siyaset tarihinde bir "ilk" oluşturuyor. Bunu yapabilmek için, AB'nin normal işleyiş mekanizmasının çok dışına çıkıldı: AB'nin dönem başkanlığını bugün itibarıyla Yunanistan yürütüyor. Yunan Başkanlığı aracılığıyla Ukrayna ile temas edilmesi kimsenin aklına dahi gelmedi. Üç Dışişleri Bakanı'ndan oluşan bir troika Kiev'e gitti, geri kalan 25 Dışişleri Bakanı ve Catherine Ashton, Brüksel'de toplandı, ortak bir karar alabilmek için internet aracılığıyla Kiev ve Brüksel'de ortak bir toplantı yapıldı.
Bütün bu son dakika önlemleri, dış siyasette AB'nin hızlı biçimde karar alması ve etkin olabilmesi için, daimi bir istişare mekanizması kurulmasının önemini gösteriyor. Bunun sadece AB üye ülkelerini değil, Türkiye gibi bölge için son derece önemli bir ülkeyi kapsaması da, son gelişmeler ışığında iyice belli oldu. Eğer AB'nin 2004'te hazırlayıp imzaladığı Anayasal Metin kabul görseydi, bugün son anda kurgulanan sistem zaten kurumsal bir yapıda çalışıyor olacaktı. Aynı biçimde, Türkiye ile dış siyasette çok daha derin bir işbirliği sağlanabilirdi.
Ukrayna örneği, AB'nin yumuşak gücünün sınırlarını gösterdi. Rusya'nın da, antidemokratik yapısının yaratabileceği sorunları ortaya koydu. Bu oluşan yeni dengelerde Türkiye ile AB'nin yeniden canlandırdıkları ortaklıklarının çok daha güçlenmesi, herkes için bir zorunluluk haline geldiğini daha net görüyoruz.