Ölünün hatırasına saygı... Ölenin sevdikleri ve yakınlarının acısına saygı... Basınımızın en az umursadığı konulardan biridir bu. Adli vakalar, kazalar veya intiharlar sonucunda, veya şiddet kurbanı olarak ölen kişilerin, "bunlar okutur / izletir" veya "bunlar konuşulur" güdüsüyle özel hayatlarının didik didik edilmesi her seferinde sert tartışmalara yol açar.
Böyle bir saygı şayet herhangi bir haberde mevcut ise, büyük olasılıkla ya "rica edilmiştir" veya ölenin gazetenin söz sahibi kesimleriyle bir yakınlığı vardır.
Genç Münevver Karabulut'un cesedi, 3 Mart'ta İstanbul'da bir çöp konteynırı içinde bulunmuştu. Başlatılan soruşturma, ortada benzerine az rastlanan türden bir vahşetin yaşandığını gösterdi.
Cinayetin fail(ler)i hâlâ aranıyor.
Ve basın cinayet gecesi "aslında ne olduğunu" anlatmak için çaba içinde.
Öyle bir çaba ki bu, olaydan üç ay sonra kendimizi, okurları birebir ilgilendiren bir meslek ahlakı tartışmasının ortasında bulduk.
SABAH da haberleriyle bu tartışmanın bir yanında yer almakta.
Temel soru şu: Karabulut cinayeti gibi vahşet unsuru yoğun haberlerde hangi ayrıntıyı nasıl vermeli ve vermemeli?
Bir diğer soru: Halkın haber alma hakkına saygı ile ölenlerin hatırasına ve ölen yakınlarının acısına saygıyı, başka deyişle "kamusal" olan ile özel hayata giren arasındaki çizgiyi nasıl bir dengeye oturtmalı? Ve şu soru: Ne yapmalı ki, katliam, cinayet veya intihar gibi şiddet eylemlerine yol gösterici, "özendirici" olmamalı?
SABAH'ın sert eleştirilerden nasibini almasının sebebi, işte bu iç soruda düğüm halinde karşımıza çıkıyor.
Karabulut cinayetiyle ilgili çıkmış tüm haberleri 4 Mart tarihinden başlayarak mercek altına alınca bazı soru(n)lar özellikle son haftalarda belirgin biçimde ortaya çıkıyor.
İlk sorun, 10 Mayıs tarihli haberde var. 'Pamuk kızım sana misafirliğe geldim' başlıklı haber, SABAH'ın reddetmesi gereken bir kurgulama örneği. Haberde de itiraf edildiği gibi, maktul Münevver'in annesi muhabirler tarafından mezarlığa götürülmüş. Orada, soruşturmaya müdahale sayılabilecek bazı suçlamalar da dahil, bazı açıklamalar yapmış.
Anne, ancak kendi iradesiyle gitseydi belki haber değeri olabilir, o halde bile bu haberdeki gibi geniş yer ayrılması gerekmezdi. "Kurgu haber" makbul değildir.
22 Mayıs tarihli -ön sayfadan da anonslana- Etiler Vahşetinde İkinci Fail başlıklı haber ise, 7 Mart'ta ilk izlerini gördüğümüz "ayrıntıya ne kadar girmeli" sorusunun yazı işlerinde yeterince sorulmadığını gösteriyor.
O haber çok daha sıkı bir ayıklama gerektirmekteydi.
Esas tartışma konusu ise, SABAH'ın manşetten verdiği, "adli tıp uzmanlarını bile dehşete düşürdüğü" öne sürülen otopsi raporunun ayrıntılı dökümü (28 Mayıs). Haber üç parçalı olarak kurgulanmış. Ana haberde genç kızın nasıl öldürüldüğü, yaslı ailesinin ve sevenlerinin hassasiyetleri hiçe sayılırcasına, en ince ve en irkiltici detaylarıyla yer almış.
Bunlara bir de, adeta "bir cinayet nasıl işlenir?" dedirten, yine yaslı ailenin özel alanını ihlal eden, uzman görüşleri eklenmiş.
Öyle bir içerik ki okura sunulan, yarattığı dehşet, basit bir "merak giderme"nin dahi gerisinde kalacak bir etki yaratmakta: Korkunç ayrıntılar, olayın "özü"nün önemini adeta yok edercesine, zihinlerde egemenlik kuruyor.
Nedir olayın "özü"?
Bir cinayet işlenmiş, fail(ler)i aranıyor.
Bir de, aranan nişanlının ve maktul kızın sosyal arka planları.
Hepsi bu.
Bunlar yeterince işlendiğine göre, cinayetin ayrıntılarına girerek, özendiricilik risklerini bile göze almak yerine, failleri bulma faaliyetlerine haberciliği odaklamak daha doğru olmaz mı?
Belgeye dayansa bile, ucuz ve hızlı bir tüketim malzemesi olması dışında, bu tip haberciliğin okura kazandırdığı "şey" nedir?
Cevabını bulmak zorundayız.