Geçen hafta Türkiye, ülkelerini AB'ye taşımış bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin baş müzakerecilerini ağırladı. Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Romanya'nın AB tarafından kucaklanmasını sağlayan bu ilginç şahsiyetler Türkiye'ye tecrübelerini aktardılar.
Anlattıkları sadece hükümeti, siyasileri ve bürokrasiyi hedef almıyordu.
Mesaj adreslerinden biri bize, basına ve görsel medyaya yönelikti.
Macaristan'ın eski başmüzakerecisi Ferenc Balasz, ısrarla, "ülkelerin AB'ye tam üyeliğine giden süreçte en hayati rol basına düşmektedir" diye tekrarladı, durdu.
Büyüklüğüyle, basın da dahil her alandaki sorunlarıyla, derin sosyal tartışmaları ve uyuşmazlık noktalarıyla "özel" olan Türkiye'nin, 3 Ekim öncesi ve sonrası süreçte "değişimi yönetme kabiliyeti", başarıyı veya başarısızlığı belirleyecek.
Halkımızın AB ile ilgili olarak zihni karmakarışık.
Okurlardan gelen yorum içerikli yakınmalar, bunu açıkça gösteriyor.
AB sürecine destek azalıyor.
Peki, halkımızın zihni karışık da, basınınki berrak mı?
Hayır.
Ciddi bir sorunla karşı karşıyayız.
Bir ikilem söz konusu biz gazeteciler için: AB tam üyeliği bir devlet ve hükümet hedefi ise, yani AB normlarına bir gün topyekûn erişme amaçlanıyorsa, bizler gazeteciliği hangi eksene oturtmalıyız?
AB sürecine koşut olarak sürekli ve hızla yenilenen, her yaşam alanına ilişkin kapsamlı yasal mevzuatın, öngörülen "toplumsal değişim" ile uyumunu gözetirken, haber değeri taşıyan gelişmeleri hangi temel perspektiften, hangi temel önkabullerle izleyeceğiz?
SORU SORABİLMEK
Bu soru, AB konusunda zayıf bir bilgi ve sığ bir anlayışa sahip olan basınımızda arada sırada sorulsa bile net yanıtını bulamıyor.
Bu soru doğru sorulamadığı veya yanıtı netleşmediği için, örneğin 6 Mart'taki şiddet olaylarının haberleştirilmesinde "tereddüt" ve gecikmeler yaşandı.
Bu soru doğru sorulamadığı için, toplumsal dokuda enfeksiyona yol açan kaba milliyetçilik dalgalarıyla AB sürecinin ilişkisi sağlam kurulamıyor.
Türkiye'nin kendini anlaması, insanlarının daha doğru ve akılcı karar vermesi için gerekli olan alanlarda (yoksulluk, Güneydoğu, haklar ve özgürlükler, istihdam, Ermenistan ve Irak'la ilişkiler gibi) sürekli ve derinlikli bir habercilik eksikliği görülüyor.
Biz gazeteciler, en önemli özelliği hoşgörü, uzlaşma ve kültürel çeşitlilik olan "AB ruhu"nu, içselleştirmekten vazgeçtim, bu konuda bilgi ihtiyacı duyan okur ve izleyici yığınlarına tanıtma noktasından hâlâ çok uzaktayız.
Eksik, yüzeysel ve çarpık bilgilerin yüklendiği insanların, AB'ye karşı çıkma haklarını, yanlış zemin üzerinde kullanmalarının sebebi bu.
AB'ye karşı çıkma, AB'ye kuşku duyma, AB'de de var olan bir eğilim. Olabilir. Ama akılcı olmalı.
AB tartışması böyle yapılacaksa, basın bunun ortamını hazırlamalı.
SORUMLULUK BİZDE
Son olaylarda görüldüğü gibi, ifade özgürlüğünü barışçı yollardan yapanlara reva görülen şiddeti, alışkanlıkla, bir norm gibi görür ve gösterirsek; kanun gücünün doğru kullanılmasını talep etmezsek; Öcalan davasına dair tartışmaları sansasyona dönüştürmezsek; AB'nin ruhundan güç alan eleştiri ve gözetim mekanizmalarını demokrasiye aykırı bir eksenden "görürsek"; Türkiye'ye ait her konuyu serinkanlılıkla ele almayı sağlayamazsak, kırılgan demokrasimiz çok zorlanacak.
İşte Macaristan eski Başmüzakerecisi Balasz'ın kastettiği de bu...
Müzakere süreci daha başlamadı bile. Eğer biz tez elden, bu sürecin toplumu yıllarca nasıl sınavlardan geçireceğini, nasıl çelik sinir gerektirdiğini, sürekli kavga etmeden tartışabilmenin erdemini basın olarak anlama zaafını sürdürürsek, ödenecek bedelde en büyük sorumluluk da yine bize ait olacak.
Öyle ya da böyle, gazeteciler olarak bir karar vermemiz gerekiyor.