Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ENGİN ARDIÇ

Kızıl Pembe

Saygı duyduğum bir tek komünist vardır. Türk değil, Alman. Daha doğrusu, Polonyalı Yahudi.
Adı, Rosa Luxemburg. "Die rote Rosa".. Kızıl Rosa... Kızıl Pembe Kadın.
Alman Komünist Partisi'nin iki kurucusundan biridir. Öteki de Karl Liebknecht.
Bunlar, Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında savaşa şiddetle karşı çıkmışlar (çünkü sosyaldemokratlar hemen Alman emperyalistlerinin dümen suyuna girivermişlerdi), Alman Sosyaldemokrat Partisi'nden kopmuşlar, "Spartakus" adında ayrı bir örgüt oluşturmuşlardı. Bu sonra Alman Komünist Partisi'ne dönüştü.
Rosa Luxemburg savaşın hemen tamamını hapiste geçirdi, yenilgiden sonra, Atatürk'ün Suriye cephesinden İstanbul'a geldiği günlerde Berlin'e geldi.
Ortalık kaynıyordu. Bizde derin bir şaşkınlık ve bezginlik vardı, Almanya fokur fokurdu
İmparator tahttan çekilmiş ve Hollanda'ya kaçmıştı (Vahdettin yerinden kımıldamıyordu), iki saat arayla iki ayrı Alman cumhuriyeti ilan edilmişti: Reichstag penceresinden Philip Scheidemann'ın ilan ettiği sosyaldemokrat cumhuriyet, sarayın balkonundan Liebknecht'in ilan ettiği sovyet (işçi konseyleri) cumhuriyeti...
İktidar ortada kaldı. Komünistler iki ay içinde iki ayaklanma girişiminde bulundular ve yenildiler.
Liebknecht kendini Lenin sanıyor ve uçuyordu...
Luxemburg'un ayakları yere basıyordu. "Yapma Karl, etme Karl, işçi hazır değil, toplumda tabanımız yok, şartlar oluşmadı, yeniliriz" diyordu, lafını anlatamıyordu.
Rosa Luxemburg, Lenin'e de, "yanlış yapıyorsun, dikta kuruyorsun, gittiğin yol yol değildir, bunun sosyalizmle ne ilgisi var" diyebilecek kadar yiğit bir kadındı.
Güzel bir kadın olduğu söylenemezdi, üstelik bir ayağı da aksaktı.
Büyük bir kadındı.
Yiğitlik belasına, komünistlerin gazetesinde, düşündüklerinin tam tersini savunmak zorunda kaldı, "parti çizgisinden sapmamak" uğruna... Bile bile lades dedi.
Ayaklanma bastırılınca saklandıkları evde yakalandılar, Hotel Eden'e getirildiler.
Berlin Hayvanat Bahçesi'nin kapısına gelin, yok, metro istasyonuna bakan kapıya değil, Budapesterstrasse kapısına... Kapıya arkanızı dönün, sola bakın. Hotel Eden oradaydı.
Karl'ı vurup bir arabaya bindirdiler, Tiergarten parkına attılar.
Rosa'yı otelin servis kapısından çıkardılar, kafasına dipçikle vurup sersemlettiler, başka bir arabaya bindirdiler. Arabada vurdular.
Araba Landwehr Kanalı'na doğru gitti, Lützowplatz'dan sola döndü, Cornelius Köprüsü'nü geçmedi, kanal boyunca az gitti durdu. Rosa'nın cesedini çıkardılar, kargatulumba edip kanala attılar.
Ceset beş ay sonra, tanınmaz halde bulunabildi.
Paris'te komüncülerin kurşuna dizildikleri mezarlık duvarındaki mermi deliklerine minik çiçekler tıkıştırmıştım...
Eh, ne yapalım, biz "geçen yüzyılın" adamıyız, Twitter ve Facebook'la büyümedik. Doksanlı yılların değil, ellili yılların çocuğuyuz. Eski dünyaya borcumuz var.
Berlin'e gittiğimde de, kanal boyunca yürür, Rosa'nın cesedinin çıkarıldığı noktada durur, kanala bir demet kır çiçeği atarım. Benden nefret eden Türk komünistlerinin kör gözlerinden öperim.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA