Konu hakkında bir iki kelime etmek istiyordum ki Reuters Ajansı "üzerine düşünmeye değer" türde bir bilgiyi servis etti. Ancak asıl meseleye gelmeden önce, ortama değineyim...
Gerginlik çıktı mı en azından söylem düzeyinde kayda değer bir dayanışma gösteriyoruz. Hemen milliyetçi damarlarımız kabarıyor.
Son krizde de böyle oldu: Gazeteler, İsrail hükümetini manşetleriyle pataklıyor! (Dahili propaganda.)
***
Peki, böyle bir şey gerçekten mümkün mü? Örneğin İsrail'e karşı ilk önemler alınırken,
"Doğu Akdeniz'de seyrüsefer güvenliğinin" sağlanacağından söz ediyordu Ankara...
Bu ibare,
"İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ablukayı tanımıyoruz" diye yorumlandı.
Çünkü abluka denizde de sürüyor ve deniz trafiği güvenliğinden söz ederek,
"Ben oralara yardım gemilerimi yollarım, güvenliklerini de deniz kuvvetimle sağlarım" demiş oluyorsunuz.
Peki, bu mümkün mü? Yani Türkiye'nin deniz gücü Gazze açıklarında seyrüsefer güvenliğini sağlayabilir mi?
***
Reuters Ajansı'nın yaptığı döküm işte bu noktada önemli...
Türkiye: 14 denizaltı (dizel),
23 firkateyn,
26 torpido gemisi,
69 mayın gemisi,
98 sahil güvenlik botu,
24 SAT-SAS botu
İsrail: 3 denizaltı (dizel),
13 torpido gemisi,
2 anti denizaltı gemisi,
57 sahil güvenlik botu,
3 hava destek gemisi,
14 deniz komandosu botu.
Reuters Ajansı'nın,
Tel Aviv Üniversitesi Ulusal Güvenlik Bölümü'nde hazırlanan raporlardan aldığı bu verilerin gerçeği yansıttığını kabul ederek düşünmeyi sürdürelim...
Dikkat ederseniz iki tarafın da güçleri,
"saldırı" değil,
"savunma" ağırlıklı. Taraflar deniz sınırlarını korumaya öncelik vermişler.
***
İsrail için normal bir durum bu... Çünkü sürekli olarak güvenlik endişesi içinde yaşadığı söylenen bu ülke, deniz gücü açısından hayatta kalmayı ön plana çekiyor.
Bir NATO ülkesi olarak, Türkiye'nin silahlı kuvvetleri de, vurmaya değil, savunmaya endeksli.
Soğuk Savaş döneminde bütün hesap
"Sovyet ordularının Akdeniz'e inmesini kaç gün geciktirebiliriz" sorusuna göre yapılıyordu.
Bizimkiler
Rusları engellemeye çalışırken, NATO-ABD imdadımıza yetişecekti. (Hesapta!)
***
1991'de Sovyetlerin dağılmasından sonra da radikal bir değişiklik olmadı bu konseptte.
PKK ile uğraşmak zaten büyük miktarda paranın
kara savaşı gereçlerine gitmesine yol açıyordu.
Eski komutan
Özden Örnek'in de günlüğünde ifşa ettiği gibi,
Ankara'da oturan Deniz Kuvvetleri Komutanı,
"bahriyeyle değil, siyasetle" uğraşıyordu.
Velhasıl manşetlerde bol bol atıp tutuyoruz ama Doğu Akdeniz'de seyrüsefer güvenliğini sağlayacak "türde" bir deniz kuvveti kompozisyonuna sahip olup olmadığımızı pek kurcalamıyoruz.
Vaziyeti başka bir açıdan okursak: Türk deniz gücü İsrail'i tehdit etmeyecek şekilde organize olmuş.
"Ne yani iki-üç yardım gemisini Gazze'ye kadar koruyacak gücümüz yok mu" derseniz...
Vardır elbette ama bu güç, o operasyonu, bir-iki kere mi yapacak? Yoksa sürekli mi? "Seyrüsefer güvenliği" dedin mi, bunu sürekli yapman gerekir; değil mi?
***
Silahlı kuvvetleri oluştururken konsept önemlidir. Sovyet Devrimi'nden (1917) sonra...
"Tek ülkede sosyalizm mümkündür" diyen (milliyetçi) Stalinciler...
"Tek ülkede sosyalizm olamaz, bizi boğmamaları için devrimi diğer ülkelere de yaymalıyız" diyen (küreselci) Troçkistleri tasfiye etmişti...
Çekişme her alana yayılmıştı:
"Uzun menzilli denizaltı yapalım" diyenler,
"Seni gidi Troçkist" denilerek
Sibirya'ya sürülüyordu.
Soralım: Şu sıralardaAnkara'da, Troçkistler, Stalincileri tasfiye ediyor olabilir mi?
Önümüzdeki dönemde, Başbakan
Erdoğan "Bu menziller Türkiye'ye yetmiyor" demeye başlarsa hiç şaşırmam.