Geçen gün ' Mehmet Ali Aybar'lara, ' Behice Boran' lara yakın sosyalist bir aileden gelen akademisyen bir arkadaşımla sohbet ediyordum. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan bu arkadaşa, cumhuriyet mitingleri ve bu mitinglerde öne çıkan kadınlar hakkında neler düşündüğünü sordum:
Bu görüntülerin anlamı neydi? Ne olmuştu da kadınlar ön plana çıkmıştı? Sosyalist açıdan bakıldığında, yani 'sınıf' analizi yapıldığında neler söylenebilirdi?
Ama o da ne?.. Bin bir türlü konuda sınıflardan, üretim ilişkilerinden söz eden, Marksist analizler yapan o akademisyen gitmiş...
Yerine 27 Nisan muhtırasını meşrulaştıran, irtica korkusundan bahseden, sınıf analizi değil ' kimlik ve değer' vurgulaması yapan bir ' kadın' gelmişti.
Kısaca, bir solcu daha, bürokratik elite intisap etmişti.
Mustafa Suphi'yi öldürmesine, Nâzım Hikmet'i hapislerde süründürmesine, olur olmaz vesilelerle sosyalistleri içeri atmasına rağmen, Türkiye solu, daima bürokratik elitle temas halinde olmuş, hatta Doğan Avcıoğlu ya da Mihri Belli gibi, ondan medet ummuştur.
Niye? Önce şunu saptamak gerek:
Sosyalizm, teoride değil ama pratikte, radikalleşerek ülke yönetimini eline alan bürokrasinin ideolojisidir.
Elbette devrim, işçi sınıfı (ve yoksul köylülük) adına yapılır. Ancak neticede egemenliği bürokrasi eline geçirir ve hem kapitalizme alternatif, hem de kendi çıkarına uygun olarak, merkezi planlamaya dayalı devletçi bir ekonomi kurar.
Bizde de benzeri bir yol izlenmişti: 1923'te, daha cumhuriyet ilan edilmeden, İzmir'de toplanan İktisat Kongresi'nde liberalleşme yönünde alınan kararlar kısa sürede bir yana bırakıldı...
Onun yerine Başbakan İsmet İnönü'nün Sovyetler Birliği'nden ve faşist İtalya'dan esinlenerek oluşturduğu ' ılımlı devletçilik' yürürlüğe kondu.
İşte ekonomideki bu devletçi politikalar ve Mustafa Kemal'in hızla Batılılaşıp modernleşmeyi hedefleyen inkılapları, sosyalistler için hep bir cazibe merkezi oldu.
Türkiye'yi, biraz ittirsen, biraz hareketlendirsen sosyalistleşecek bir ülke olarak gördüler.
Bu yüzden Kemalizme hoşgörüyle baktılar, onu ' küçük burjuva devrimi' olarak nitelediler ve ' kazanımlarına sahip çıktıklarını' ilan ettiler.
Halbuki olup bitene başka açılardan da bakabilirlerdi. Mesela, Kemalizm ile dirsek teması olmayan sosyalistlerden Fikret Başkaya'nın ' Pradigmanın İflası' adlı kitabını okursanız, Ankara'nın toprak ağalarıyla nasıl ittifak kurduğunu görürsünüz.
1920'lerden 1950'ye 30 yıl CHP milletvekilliği yapan Emin Sazak, Eskişehir yöresinden bir toprak ağasıydı. Çukurova'nın ve diğer bölgelerin birçok toprak ağası da Meclis'te yer almıştı.
1950'de Demokrat Parti iktidara gelirken, oy aldığı kesimler, o dönemin tabiriyle ' Hasolar-Memolar'; yani toprak ağalarından bezmiş kitlelerdi...
Öte yandan şirketlerde, bankalarda yine milletvekilleri önemli pozisyonlardaydı. Bu bağlantıyı, ister " bürokratik elitin ekonomideki uzantıları " olarak görün... İster " her şirketin ve bankanın en az bir milletvekili vardı " diye niteleyin.
Ne ad koyarsanız koyun, neticede bürokratik elit ile ekonomi sımsıkı birbirine bağlıydı.
Ancak bu bağlantı giderek koptu.
Bugün ise Turgut Özal'ın reformlarıyla 1980'lerden itibaren yükselişe geçen, küresel ekonomiden nasiplenen bir Anadolu sermayesi var Türkiye'de: " Şu ülkeyi biraz da ben yöneteyim " diyor.
Ancak tabanını ve meşruiyetini Anadolu'nun ve varoşların Sünni kitlelerine dayandıran bu sermaye koalisyonu, merkezin ve müttefiklerinin (mesela Aleviler ) direnciyle karşılaşıyor.
Bize " laiklik-dindarlık çatışması " diye sunulan müsamerenin ardında yatan bence bu... O nedenle de, tabanını yitiren sosyalist solun savrulmasını olağan buluyorum.