Şu veya bu sebepten, Paris'e sık sık giderim. Geçen hafta da oradaydım. 'Bu şehir hakkında yazılacak bir şey kaldı mı?' diye kendi kendime sordum, bir kere daha bulanık, yağmurlu göğünün altında iken. Paris, David Harvey'in, bu şehre ayırdığı son kitabında da vurguladığı gibi 'muhayyel', tasarlanmış, kurgulanmış bir şehirdir. Bir Paris gerçeği elbette var. Ama 'Işıklar Şehri' sıfatından başlayarak, Walter Benjamin'in meşhur tanımıyla söylersem '19. yüzyılın başkenti' haline gelmiş bu kent, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra bir kere daha damla damla oluşturulmuştur. Her biri ayrı bir heyecanla kapağı oraya atan bizim ediplerimiz de Paris değirmenine çok su taşımıştır.
Fotoğraflarla zihinlere kazınan Paris, kendisinden çok imgelerin kentidir artık.
Ben de her defasında ayrıca etkilendiğim bu kentte çok zaman geçirdim. Ama bu defa başka bir konuya takılıp kaldım. Nedenini kısa da olsa SABAH'taki köşe yazılarımda belirttim. Burada da açıp, bir noktaya varmak istiyorum.
DEKORASYONA YANSIYAN KLASİK
Paris'te şu sıralarda bir 'oteller savaşı' cereyan ediyor. Beş büyük eski otel vardır bu kentte. Onların hepsi şimdi farklı bir grup tarafından yenileniyor. Bundan yıllar önce bir 'devlet yetkilisi' o beş yıldızdan biri olan George V'te kalmıştı. Bizi de bir konuyu görüşmek için sabahleyin oraya davet etmişti. Gittiğimizde kahvaltı ediyordu. Biz de oturduk.
Adamcağız, yağmurlu, kapalı, ufunetli sabahta bir yandan masasına davetsiz oturan diğer zevatın atıştırdıklarına içerliyordu (çünkü epey para ödeyecekti ve nihayet dayanamayıp 'Ben sizi yemeğe davet etmedim' dedi), bir yandan da odalardaki pencere mekanizmalarının, duşların, banyoların, ısıtma sisteminin kendi alıştığı orta sınıf Amerikan otellerindekilere benzememesinden yakınıyordu.
Geçen yıl gene o otellerden biri olan Ritz'de kaldım. Küçük bir odaydı. Mesele odanın büyüklüğü değildi. Verilen hizmetin niteliği ve dekordu. Neredeyse 17.-18. yüzyılda bir mekanda kaldığınızı hissediyordunuz. Her yer delisi oldukları altın varakla kaplıydı ve 'bir dediğinizi iki etmiyorlardı' lafı bile yanlış. Hizmet etmeleri için bir şey söylemeniz gerekmiyordu.
Çıkardığınız gömleği akşam temizlenmiş, ütülenmiş, kolalanmış buluyordunuz. Dekor kadar davranış da klasikti.
Gene de dikkatimi çeken bir kere daha dekorasyondu. Paris'te nereye gidersem gideyim karşılaştığım o 'klasik' burada da önümdeydi. Koltuk, kanepeden restorandaki servise kadar her şey 'eski bir kültürün' izini taşıyordu. 'Eski' dedim, ama acaba doğru mu? Genel bilgimiz dahilinde 21. yüzyıldan öncesine ait saydığımız 'adabı muaşeret' veya dekorasyon bugün de aynen devam ediyorsa bu eski midir? İşte beni düşündüren bu oldu. Nedenini de, bıraktığım yere dönerek anlatayım.
TARİHE SIRT ÇEVİRMEMEK
Beş büyük otelden gördüğüm üçünü, doğrudur, yenilemişler. Hâlâ 'harika çocuk' Philippe Starck, büyülü değneğini dokundurmuş bazılarına. Bazılarını kızı yapmış.
Ortada yepyeni bir anlayış, bir duyarlılık var. Bununla birlikte Starck, eskiyi korumuş. Korumuş derken onu aynen muhafaza etmemiş.
Fakat o kökten gelen, o geçmişi çağrıştıran, onu düşündüren, onu hatırlatan değil de unutturmayan bir 'dokunuş' var ortada. Bu, diğerleriyle mukayese edildiğinde en 'modern' tarz ve tutum. Doğrudur, Starck, o avizelerini, bendenizin neo-barok dediği 'süslemeciliğini' her yere taşır ama Paris'te o kadar klasik bir mekanda aynı yöntemi, yaklaşımı veya üslubu uygulayınca ortaya 'mahalline masruf' yani yerin(d)e harcanmış bir tavır çıkıyor.
Bunca lafın özeti şu: Fransızlar klasiklerinden vazgeçmiyor. Bunu keşfedince insan klasiğin ne olduğunu düşünmeye koyuluyor. Bin türlü tanımı varsa da bir toplumun ürettiği klasik, onun geçmişidir. Buna mukabil, geçmişin bütün birikimini tümden klasik saymak doğru olmaz.
Geçmişin yükünü bir belkemiği gibi taşıyan, onun çağlar içinde ürettiği her şeyi kendisinde biriktirip damıtan bir dönem ve onun tarzı ve üslubudur toplumun klasiği. Fransa'da bu 17. yüzyıl ortasından 18. yüzyıl ortasına kadar devam eden dönemdir. Yahya Kemal ve tilmizi Tanpınar bizde bunu Lale Devri olarak belirler. O dönemlerde meydana gelen anlayışın klasik ne ifade ediyorsa onu kapsadığını vurgularlar.
Fransa'da bu devam ediyor, ama şöyle ama böyle. Bir Fransız tarzı var ve girdiğiniz her yerde bu suratınıza çarpıyor. O toplum bu dönemin belirlediği akideleri, inkar etmek ne kelime, sonuna kadar benimsemiş kullanıyor. Renk seçiminden baroğun her düzeydeki yansımasına kadar onca alanda Fransız klasiği bugün de yaşıyor. Neden? Çünkü, Fransa bunu 'direnmenin' veya 'dayanmanın' bir yolu, bir aracı, bir imkanı olarak görüyor. Esas olarak kültür de öyledir; insanın (ve toplumun) kendisi olmanın bir aracıdır. Yani şahsiyetini teminin ve tescilin başlıca olanağıdır.
Zavallı Yahya Kemal. O, Lale Devri'ni ve Nedim'i yaşamak ve yaşatmak istiyordu. Biz Yahya Kemal'i bile ayakta yani hafızalarda tutamadık.
Fransızlar kendi klasiklerine koşarken biz her fırsatı ondan kaçmak için kullandık. Daha ne diyeyim?