Hem Akdenizli hem de Ortadoğulu olmak bizi Kuzey'in soğukkanlı insanlarından ayırıyor... Bu insanlardan olan Vikingler, Konstantin'in Bizans'ını da ziyaret etmişler 5'inci ve 6'ncı yüzyıllarda... Hatta bazıları Bizans imparatorlarının muhafız birliklerinde de görev almışlar.
Geçenlerde BBC'de Vikingler hakkında hazırlanmış bir belgeselde, muhabir Ayasofya'ya geldi. Bu görkemli yapının mermer küpeştelerinden birinin üzerinde Viking alfabesi ile kazınmış yazıları gösterdi... Meğer Justinyen'in savaşçı Viking muhafızlarından birinin canı, Ortodoks ayini sırasında o kadar sıkılmış ki, İmparator'un çıkmasını beklerken bıçağının ucuyla, adını mermere kazımış.
Bu Viking'in canı sonra patlayan iç savaşta herhalde hiç sıkılmamıştır. Aslında bugün gelseydi İstanbul'a canı hiç sıkılmazdı. Sadece her gün tıkanıklık yaşayan trafiğin bu bayramda nasıl buharlaştığına şaşırırdı.
Bir İsveç öyküsü
Bu bayram günü Vikinglerin ülkesi Norveç'ten değil de aynı bölgenin diğer ülkesi olan İsveç'ten bir öyküyü aktararak, oradaki insanların hayata bakış açılarından bir yansımayı vereyim.
İsveçli baba ve oğul her pazar yiyeceklerini hazırlayıp sırt çantalarına koyar ve 10 kilometrelik yürüyüşlerine başlarlarmış.
Yürüyüşün bittiği kırsal alanda da çantalarını açıp yemeklerini yerlermiş. Sonra 10 kilometre yürüyüp evlerine geri dönerlermiş.
O pazar yine yemeklerini çantalarına yerleştirip evden çıkacakları sırada, müthiş bir yağmur başlamış.
Oğlu babasına bakmış, sormuş.
- Ne yapacağız? Bu yağmurda yürüyemeyiz ki...
Baba gayet sakin cevap vermiş:
- Yürüyüşümüzü yapacağız. Ama dışarıda değil evde, yemek masasının etrafında yürüyeceğiz.
Tuzu unutmuş
Yemek çantaları sırtlarında, masanın çevresinde 10 kilometre dönmüşler. Yürüyüş bitince çantalarını açıp, yemeklerini masaya sermişler, yemeye başlamışlar. Baba oğlundan tuz istemiş. Oğlan tuzu çantasına koymayı unuttuğu için mutfağa yönelmiş. Tam mutfağın kapısındayken babası bağırmış:
- Ne yapıyorsun sen. Tuzu almak için eve gitmeli ve tuzu alıp buraya geri dönmelisin.
Çocuk çaresiz masanın etrafında 10 kilometre yürümüş. Sonra mutfağa gidip tuzu almış. Bir 10 kilometre daha döndükten sonra tuzu babasına uzatmış.
Güneş batmış, akşam vakti gelmiş. Masayı temizleyip artan yemekleri sırt çantalarına koymuşlar. Geri dönmek için yürüyüşe başlayacakları sırada, çocuk babasına dönmüş;
- Baba ben çok yorgunum. Eve dönmesek de akşam burada kalıp uyusak olmaz mı, demiş.
Baba biraz düşünmüş ve sonra;
- Tamam burada kalalım bu gece, demiş.
Baba ve oğul o geceyi orada geçirmişler.
Dön baba dönelim
Biz Türkler tabii ki İsveçliler veya Norveçliler gibi soğukkanlı bakamayız olaylara... Neticede aklımızın bir ayağı Orta Asya'da, bir ayağı Akdeniz'dedir.
Vücudumuz Anadolu'da, beynimiz ise bazen Ortadoğu'da, bazen batı Avrupa'dadır. Liberal demokrasiye ulaşmak için devletçiliğin masası çevresinde ha babam de babam dönmemize "Tarihi Yolculuk" diye bakmamız da, herhalde bu yapımızın gereğidir.
Neyse... Kuzey Avrupa'ya özenme yazısını, yıllar önce Çetin Altan'dan duyduğum bir Kuzey Avrupa kokan fıkrayla bitireyim.
Adam barmene "Bana votka ver, sakın içine limon suyu koyma" demiş. Barmen de "Elimizde hiç limon suyu kalmadı, votkanıza portakal suyu koymasam olur mu" diye cevap vermiş.
Nereli olursak olalım, bayramı bayram gibi yaşamayı deneyelim... Kavga etmeden, beyaz sayfalar açarak, dostlukla ve güler yüzle geçirelim bayram günlerini.