Bu sefer 27 Mayıs konusuna hiç girmeyecektim...
Fakat dünden beri yazılıp çizilenlere, konuşulanlara bakınca bir iki noktaya yeterince vurgu yaptığımızdan şüpheye düştüm.
Oysa bugün de hayati önemdeler ve ibret niteliği taşıyorlar.
O yüzden hatırlatmak istiyorum.
***
Birincisi...
Medya yalanlarını (ki şimdi buna daha
etkili biçimde sosyal
medya yalanları eklendi)
küçümsemek özellikle
siyasetçiler arasında yaygın bir eğilimdir.
Oysa
1960 baharında bu yalanlar çok etkili olmuş, "
fısıltı gazetesi"nin de etkisiyle darbecilerin elini güçlendirmiştir.
Şimdi "yahu adamlar iktidarın hakikaten
üniversite gençlerini öldürüp kıyma makinelerinden geçirdiğini yazacak kadar kendilerini kaybetmişler" deyip gülerek geçiştirebilirsiniz.
Ama bu oldu!
Bunun gibi birçok akıldışı iddiayı kullanarak
kamuoyunun zihnine darbe mayasını çalabildiler.
Tamam! Halkın geniş kesimleri yalancının şeceresini bildikleri için bu yalanlara inanmaz. (İnanmadıklarını her seferinde sandıkta gösterdiler.)
Fakat şu da gerçektir ki, art arda gelen yalanlar halkı
paralize eder, kıpırdamasını önler, olup bitenlere "
seyirci" kılar.
O yüzden her devirde yalan rüzgârlarına karşı uyanık olmak ve şüphelerin kemikleşmesine izin vermemek gerekir.
"
Kim inanır ki bunlara!" diye hafife almak, tuzağa düşmektir.
***
İkinci noktaya gelince...
Şükür ki, Batı'nın "
evrensel insan hakları" teranesinin "
evren"inin sadece
kendisinden ibaret olduğunu nihayet
öğrendik.
Fakat
demokrasinin onlar için hep öncelikli olduğu noktasına inancımızı sürdürüyoruz.
Oysa demokrasisinin üzerine titremesi gereken biziz.
Yoksa Batı'nın merkez ülkelerinin bizdeki demokrasiye sonuna kadar özen göstereceğine inanmak saflıktır.
Buyurun, o günlerden bir örnek...
Birleşik Krallık Dış İşleri Bakanlığı müsteşar yardımcısı A.D.M. Ross 1960'ta kaleme aldığı raporunda
Türkiye'yi belki de "
sıkı, kararlı bir otoritenin (ordu) yönetmesi" gerektiğini
belirtirken şu noktanın altını özellikle
çiziyordu: "
Her şeyi Türk yetkililerin seçim sandığı heveslerine bırakmamız beklenemez."
***
NOT DEFTERİ
Melamet neşvesi içinde "azab-ı mukaddes" ile hiçleşmek, bunun için size çizilmiş yoldan düşe kalka yürümek kolay mıdır? Onun yâri ile hoş olup olmadığını sorgulamak haddimize değil (...) Bize düşen, Neyzen Tevfik'in yıkılan bir medeniyetten, uzun sürmüş o kıyametvari hercümerç anından huzursuzluğuyla, bitmeyen varoluş tedirginlik ve ürpertisiyle bizim için devşirdiği güzelliklerden faydalanmaktır.
M.N. PESEN (
İstanbul'a Zikirle Girdin Mi Hiç?)