Üzerinden kaç yıl geçti ama hâlâ durup hatırladığımda içim hem ürperiyor, hem de ısınıyor.
Güneşli bir nisan öğlesiydi...
Turizme bulaşmamış bir balıkçı kasabasında mola vermiş, kahvesinde çay yudumlamış, kedilerini sevmiştik.
Görünmez bir el beni tuttu; dalgakırana doğru götürüp üzeri çivili tahtaya dönmüş beton zemine yatırdı.
Bir yandan da kulağıma fısıldıyordu: "Kıpırdama, kalbini aç ve hissettiğin ne varsa, hakkını ver!"
Karnı acıkan arkadaşlarımın yola çıkma çağrısına kulaklarımı tıkadım.
O anda hiçbir şeyi tüketmek istemiyordum.
Tersine...
Bütün istediğim çoğaltmaktı!
Denizden doğru esip yüzümü yalayarak geçen rüzgârı, güçlü iyot kokusunu, karnımdan bacaklarıma doğru yürüyen bahar güneşinin sıcaklığını, uzaklardan gelen hızar ve çekiç seslerini ve cansız nesnelere karşı bile içimde yükselen muhabbet duygusunu huşu içinde çoğaltmak...
Yaklaşık bir saat sürdü.
Uyudum sanmışlar. "Hıı!" dedim, uzatmadım.
Oysa o bir saat içinde taş olmuştum, deryada balık, dipte yosun olmuştum, az daha rüzgâr olup uzaklaşacaktım ki, yine dönüp "insan" olmuştum.
Şimdi "mana"sını anlatsam, ne fayda!
Bilen bilir zaten.