Diyorlar ki, Mevlevi dönmez, sema yapar.
Diyorlar ki, sema zikrullahtır, dönmek değil.
Doğru diyorlar da, ya bu nice dönmektir?
Hani salonları dolduran, devletten teyitli, VIP biletle seyredilen dönmeler hani?
Sema değil de, "sema gösterisi" demek durumu kurtarır mı?
Mesela şöyle sorayım, sema "gösterilebilir" bir şey olabilir mi?
Şeb-i Arus'u kutlamak için önce hangi yola "girilmeli"dir? Yoksa bilet gişelerindeki kuyruğa mı?
Mevleviliğe ve Mevlana'ya yaklaşımımızda bir tuhaflık var ve bütün sosyal kesimlerin katılımıyla bu deformasyon büyüdükçe büyüyor.
Ve maalesef Mevlana'yı anmaktan, anlamaya bir türlü geçemiyoruz.
Doğrudur; konuya muhafazakârlardan daha muhafazakâr bir bakışla yaklaşıyorum.
Çünkü bir değer bu kadar eğilip bükülürse artık onu hakkıyla tanımak imkânsızlaşır.
Yıllar boyu Kemalist bürokrasiden icazetli "Anadolu rönesansının düşünürü" tanımına itiraz ettik. Ama Mevlana'nın Mesnevi'den kopartılışını seyrettik.
Şimdi geldik, Mevlana'nın "muhafazakâr kişisel gelişim koçu" haline getirilmesine dayandık.
Hani neredeyse çaresiz bir durum.
Geçenlerde Yeni Şafak'ta Ergün Yıldırım'ın "Mevlevi Açılımı" başlıklı önemli bir yazısı çıktı. Yıldırım çare olarak, tıpkı Alevi açılımı gibi bir Mevlevi açılımı öneriyor. Dergâh geleneğinin diriltilmesiyle belki kaybolan "ruh"un geri dönebileceğini düşünüyor. Üzerinde durmaya değer bir öneri.