Tarihçi İhsan Süreyya Sırma "Tanzimat Osmanlı'nın sonunu hazırladı" demiş. Tarihçi Yılmaz Öztuna da "Tanzimat olmasaydı Türk İmparatorluğu 19. asrın ortasında dağılıp giderdi" demiş. Taha Akyol okumuş, anlatıyor.
Her iki tarihçinin de haklı olduğu noktalar var, bunu illa "kutuplaşma göstergesi" olarak algılamayın Taha Bey.
Tanzimat, "bilinen şekliyle klasik Osmanlı'nın" sonunu hazırlamak bir yana, onu fiilen bitirmiştir.
1839'dan sonra Osmanlı artık farklı, değişik, "hibrid" bir Osmanlı'dır.
Eski haliyle Osmanlı 1830'larda zaten şişmişti, yolun sonuna varmıştı. Bilimi ve teknolojisi yoktu, sanayi devrimini ıskalamıştı, sermaye birikimi de yoktu çağdaş bir eğitim sistemi de... Ordusu dökülüyordu, donanması yakılıp batırılmıştı... Toprak kaybı süreci hızlanmıştı, daha önceleri Macaristan ve Kırım konusunda olduğu gibi şimdi de Mora ve Mısır gibi iki önemli eyaletini elden çıkarmıştı...
İki şey Osmanlı'yı ayakta tutabilirdi.
Bir: Batı'ya kafa tutmak yerine onun üstünlüğünü kabul edip yarım yamalak da olsa elinden geldiğince "eklemlenmeye" çalışmak... Tanzimat budur.
Can havliyle bu yolu seçti. Bu yol da onu iyi kötü 80 sene daha yaşattı, kör topal.
Oksijen çadırında uzatmaları oynadı.
İkinci yol: İmparatorluğu bir "konfederasyona" dönüştürmek, bir Osmanlı Commonwealth'ı kurmak, bağımsızlıklarını sonradan teker teker silahla alacak halkları daha o zamandan gevşek de olsa birtakım bağlarla bağlamak... İçişlerinde özerk, hatta kendi parlamentosu ve hükümeti de bulunan, belki parası bile ayrı devletçikleri padişahın başkanlığında birleştirmek, hepten kopup gideceklerine hiç olmazsa federal ilişkilerle birarada tutmak...
Ama Osmanlı'da ne bu düşünceyi oluşturacak Türk aydınları, ne de uygulayacak Türk kadroları vardı... Tabii, bu arada sanayileşmeyi başlatacak teknik kadroları da.
(Benzer bir aymazlığı Fransızlar da yaptılar.
Başbakan Adolphe Thiers yeni icat edilmiş şimendiferi "çocuk oyuncağı" olarak kabul ettiği ve uzun süre direndiği için Fransız demiryolları yirmi yıl geriden geldi ve İngiltere'nin hep gerisinde kaldı.) Bu fırsat Osmanlı'nın eline bir kere daha, 1908 yılında geçti. İttihatçılar biraz da bu vaatle ayaklandılar ve halkların desteğini de kazandılar.
Fakat iki sene sonra yüz seksen derece döndüler ve Türk milliyetçiliğine, hatta ırkçılığına sığındılar. Bu imparatorluğu elde tutmaya yetmezdi, hatta tam tersine onun bir an önce batmasına sebep olurdu, nitekim de öyle oldu.
Bu ancak yeni bir Türk devletini kurmaya yarayabilirdi, nitekim İttihatçılar'ın "imparatorlukçu A kadrosunun" yerine gelen "ulus-devletçi B kadrosu" da öyle yaptı.
Fakat "küçük" bir ayrıntıyı unuttular!
Kurdukları devlette bir değil iki halk vardı.
Arap unsuruna arkalarını dönmüşler, Rum ve Ermeni unsurlarını "temizlemişler" (kalanları da sindirmişler) ama Kürt unsurunu sırtlarına kambur olarak almışlar, onu sopayla elde tutacaklarını, zaman içinde eriteceklerini, sorun çıkmayacağını sanmışlardı.
Bugün ödediğimiz bedel, cumhuriyeti kuranların "yığınakta yaptıkları" bu temel hatanın bedelidir.