Ferhat ÜNLÜ
ferhat.unlu@sabah.com.tr
"Asıl trajik olan, bir insanın kötü olmaya cesaret etmesi değil, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesiydi."
Büyük İngiliz romancı John Fowles, başyapıtı Büyücü'de, tarihin en güçlü ve kötücül lideri olarak kabul edilen Adolf Hitler'in iktidar öyküsünü bu cümle ile özetler. Hitler'i iktidara getiren Thule adlı gizli cemiyetin takipçisi olan Nazi örgütlenmesi, iyi olmaya cesaret edemeyen ve sürekli çoğalan kişilerden oluşuyordu. Hitler'i mutlak iktidara ve faşizme götüren şey, bu kişilerin devlette bir gizli örgüt, dolayısıyla Robert Paxton'ın deyimiyle bir paralel devlet kurmasını sağlamış olmasıydı.
Tapınak Şövalyeleri'nin Germen muadili olan Töton Şövalyeleri'ne de öykünen Hitler aslında gizli örgütlenme stratejisine siyasal mücadeleden çok daha fazla önem vermişti. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, siyasi partiden çok devlette ve giderek toplumda ayrı hiyerarşi oluşturmuş bir milis örgütlenmesiydi. Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger, Hitler faşizminin, 'üyeleri askeri esaslara göre örgütlenen, askerlerle aynı disipline ve eğitime tabi tutulan, ancak son ana kadar sivilliğini muhafaza eden bir özel ordu üzerinde yükseldiğini' söyler.
Hitler, iktidarı, ilk olarak Türkiye'de Cumhuriyet'in kurulduğu 1923 yılında bir darbe ile ele geçirmeye çalıştı. 'Birahane darbesi' olarak anılan teşebbüs başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü Naziler'in ordu ve polis içindeki örgütlenmesi, yani paralel devleti bu darbeyi gerçekleştirecek güce henüz ulaşmamıştı. Hitler'i siyasal mücadeleye yoğunlaştıran şey, biraz da bu girişimin başarısız olmasıdır. Ancak Hitler devletteki örgütlenmenin varlığını mutlak iktidar için her zaman birinci şart olarak görmeye devam etti.
İDDİANAMELERDEKİ İPUÇLARI
Bu hafta Üç Boyutlu Portre'de günümüz Türkiye'sindeki paralel devlet yapılanması ise Hitler Almanya'sındaki paralel devlet örgütlenmesi arasındaki benzerlik ve farklılıkları ele alacağız. İdeolojik saplantılarla ortaya atılan ve tarihsel gerçeklikle örtüşmeyen benzetmelerin sıklıkla yapıldığı bir siyasi atmosferde bu tür mukayeselere ihtiyaç var.
Robert Paxton, paralel devleti, örgütlenmesi, yapısı ve yönetim tarzıyla devleti andıran, ancak meşru hükümetin ya da devletin resmi parçası olmayan örgütler olarak tanımlıyordu. Bu tanım cemaatin devletteki örgütlenmesi için biçilmiş kaftandır.
Zaten Gülenist bürokrasi de en başından beri Paxton'ın Nazi Almanya'sı için kullandığı paralel devlet kavramının, hatta Nazi örgütlenme modelinin aslında kendisine uyduğunun farkındaydı. Bunu anlamak için cemaatin kurguladığı iki büyük davanın, Ergenekon ve KCK'nın iddianamelerine bakmak yeterli. Cemaatin, ilki 2010'da kabul edilen KCK iddianamesinde örgütü, paralel devlet olarak nitelendirirken aslında kendisinin üzerine daha çok oturan bir elbiseyi karşı tarafa giydirmeye çalıştığını 12 Şubat 2012'de bu köşede dile getirmiştim. Bu, zihnin başkasını tanımlarken kendi özniteliklerini yansıtma eğiliminin bir tezahürüydü.
Gülenist bürokrasi, aynı şeyi Ergenekon adını verdiği yapıyı, gizli teşkilatlara ve Nazi örgütlenmesine benzetirken de yaptı. Savcı Zekeriya Öz'ün imzasının bulunduğu, ama aslında paralel polisler tarafından hazırlanmış Ergenekon iddianamesinde aynen şöyle deniliyor:
"Örgüt belgeleri ve elde edilen delillerden Ergenekon'un örgütlenmesine, masonik Bilderberg Örgütü, Alman Nazi örgütlenişi, İngiliz İstihbaratının örtülü örgütlenme modelleri ve bazı Avrupa ülkelerinde sivil toplum örgütlenişleri ile doğu kaynaklı bazı siyasal örgütlenmeler kaynaklık etmiştir."
Buraya bir virgül koyup devam edelim. İddianamenin Ergenekon'un 'yurtiçi ve yurtdışına yönelik faaliyetler' başlıklı kısmında ise "TSK içine sızarak örgütlenme faaliyetleri, devlet içine sızarak yapılanma ve örgütlenme faaliyetleri, tüm sivil toplum kuruluşları içinde örgütlenip gizlice yönetme ve yapılanma faaliyetleri, medya ve yayın organlarının kontrol altına alınıp hakim güç olma faaliyetleri, kontrol altındaki medya kuruluşlarıyla dezenformasyon amaçlı faaliyetler…" diye sürüp giden uzun bir cümle var.
İmdi… Bu nitelendirmelerin de tıpkı paralel devlet gibi cemaatin devletteki örgütlenmesine uymadığını kim söyleyebilir. Öyle ki, bir paralel yapı iddianamesi hazırlanacak olsa muhtemelen bu cümlelerin benzerlerini o iddianamede okurduk.
SABRİ UZUN BENZERLİĞİ AÇIKLIYOR
Cemaatin ve Nazi Partisi'nin, devleti gerekirse bir darbe ile ele geçirme stratejisi de birbirini andırıyor. En önemli benzerlik de, cemaatin tıpkı Nazi Partisi gibi devlet ve orduda yapılanmayı esas almış olması.
Cemaatin devletteki örgütlenmesinin en önemli mağdurlarından olan eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun da, cemaati içi hiyerarşi sisteminin Nazi Partisi'ninkine benzediğini söylüyor. Uzun, geçtiğimiz gün yaptığımız görüşmede benzerliği şu cümlelerle özetledi:
"Cemaat modelinde kendisini general ya da imam sanan kişinin altında er görünümünde, ama aslında generalden ya da imamdan daha yetkili isimler oluyor. Nazi Partisi'nde bu tür dâhili paralel örgütlenmeler var. Nazi Almanya'sında da bir kişinin generalken er, er iken general olması liderin dudağından çıkacak bir söze bağlıydı. Çünkü paralel devletler, tüm istihbaratı tepede toplamak için kendi içinde de bir paralel istihbarat yapısı kurarlar. Böylece üst yönetim kendi içini de denetlemiş olur. Bu modelde hiç kimse baştaki lider ve üst yönetimin denetiminin dışına çıkamaz."
ERDOĞAN OLİGARŞİYE İZİN VERMEDİ
Bu genel çerçeveyi çizdikten sonra günümüz Türkiye'sinin neden bir Hitler Almanya'sı olmadığını, olamayacağını izah etmeye çalışalım. Bunun için sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim:
Günümüz Türkiye'si ile Hitler Almanya'sı arasındaki temel ayrım şu: Hitler iktidara gelirken ve iktidardayken ordu ve emniyet içindeki gizli yapıyla birlikte hareket etti, Erdoğan ise bu yapıya savaş açtı.
Hitler, paralel yapıyı bürokraside örgütlenerek kurmuş ve ancak bu örgütlenme sayesinde ülkeyi kısa sürede savaşa sokabilmişti. AK Parti'nin böyle bir stratejisi olmadı hiçbir zaman. Ama cemaatin tıpkı Nazi Partisi gibi ordudan başlayarak önce devleti ele geçirme stratejisine yöneldiği görülüyor. Gülen'in ABD'ye gitmeden önce orduda yükselen kimi subayların kendisine bağlılık yemini törenlerine katıldığı yönündeki bilgiler de bu gözlemle örtüşür nitelikte.
Nazilerde en önemli ritüellerden biri ordudaki subayların Hitler'e bağlılık yemini ediyor olmaları idi. Fethullah Gülen'e bağlılık yemini etmiş subayların da bulunduğu bilinen bir gerçek. Askeri okuldan mezun olduktan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'nde subay olan cemaat mensuplarının Fethullah Gülen'in Türkiye'de olduğu dönemde ritüellerle cemaate bağlılık yemini ettikten sonra göreve başladığını biliyoruz. Bu törenlerde askeri kıyafetini giydikten sonra yıldızlarını Gülen'in kepine koyan subay bu ritüelle 'cemaatin askeri' haline geliyordu.
Türkiye'de bugün siyaset, iktidara tam anlamıyla hâkim olmasına rağmen orduda Erdoğan için yemin eden bir subay göremezsiniz. Bu tür bir yeminin olması, devlet lideri için bile olsa zaten demokrasinin özüne aykırıdır.
Bununla birlikte Erdoğan'ın 2007-10 sürecinde devleti ele geçirmek için kullanabileceği cemaat gibi büyük bir güç vardı. Cemaat, tıpkı Nazi Partisi gibi ordu ve emniyet içinde devasa bir yapılanma kurmuştu. Nazi Partisi'nin cemaat örgütlenmesinden en büyük farkı sokak örgütlenmesine de ağırlık veriyordu olmasıydı.
Bu noktada Erdoğan için sadece tarihsel gerçeklikle değil, insaf ve vicdanla da uyuşmayacak biçimde Hitler benzetmeleri yapanlara şu soruları sormak yeter: Erdoğan cemaatin gücünü arkasına alarak, oligarşik bir rejim kurmak yerine neden sonradan bu güçle savaşmayı seçti? Şayet sadece kendisi için 'mutlak iktidar' ve bir azınlık hegemonyası istiyor olsaydı cemaatle işbirliği yapmak onun için en iyi seçenek değil miydi? Siyasal pragmatizm, bu konuda daimi bir işbirliğini gerektirmez miydi? Üstelik ABD-İngiltere-İsrail üçgenindeki bir iktidar bloku, 'Gülenist oligarşi' projesini destekliyor, hatta dayatıyordu.
Ama Erdoğan, siyasal pragmatizmin ve giderek iktidar hırsının gerektirdiği şeyin tersini yaptı. Cemaate savaş açtı. Zira askeri vesayet geriletildikten sonra cemaat vesayetinin Türkiye'yi karanlık bir rejime sürükleyeceğini gördü. Tıpkı Kürt sorununun çözümünün daha fazla ertelenmesinin ülkeyi kanlı bir iç savaş ve bölünme sürecine sürükleyebileceğini gördüğü gibi…
Bu yüzden 2010'dan itibaren cemaate karşı derinden derine yürütülecek bir bürokratik iktidardan uzaklaştırma operasyonu başlattı. Bu savaş açılmasaydı, devlet cemaate tamamen teslim edilseydi ne 17 Aralık olurdu, ne de 7 Şubat…
Peki, ne mi olurdu? Sandıkla gelen siyasi irade, bir gizli örgütlenmenin, zamanımızın ruhuna uygun jüristokratik bir oligarşi rejimi kurmasına izin vermiş olurdu. Bu, milli iradenin egemenlik hakkının gaspı anlamına gelirdi. Üstelik milli iradeye dayanmayan bu tür bir cemaat oligarşisi rejimi kalıcı da olamazdı. Böylesi bir durumda en iyimser tahminle Türkiye'yi bekleyen şey; iç savaş, darbe ya da parçalanma idi. En kötümser tahminle ise her üçü birden…