Başbakan Erdoğan'ın "Vizyon Toplantısı"na katılan sanatçılara meslektaşlarının yönelttiği saldırılar, "Mahalle Baskısı" kavramını yeniden gündeme getirdi. Daha önce yaşananlardan da öğrendiğimiz gibi bu "Mahalle Baskısı" kendilerini "Beyaz Türk" olarak gören kesimin, toplumsal gerçeklere ve ülkeye yön veren ağırlıklı siyasi eğilimlere karşı öne sürdüğü bir manevi baskı aracıdır.
Açıkçası mahalle baskısı düne kadar vizyon sahibi olarak görülen ve hatta kendilerini Liberal Demokrat olarak gösteren isimleri de etkiledi... Bütün meslek yaşamlarını "Kürt Barışı"na adayanlar, Başbakan Erdoğan'ın mimarı olduğu "Barış Açılımı"nı sabote etmek için Kandil'dekileri "Öcalan sizi satıyor" diyerek, tahrik etmeye bile çalıştılar. "Gezi Cemaati" içindeki arkadaşlarından kopmamak için, aklı ve terbiyeyi zorlayan söylemleri paylaştılar.
Muhtar seçimi değil
Şimdi de Cumhurbaşkanı seçimine dönük olarak Mahalle Baskısı'nı Erdoğan'ı destekleyenler üzerinde kullanmayı denemekteler. Ancak unuttukları bir gerçek var... Edirne'den Kars'a uzanan alanda yaşayan insanların ve yurt dışında çalışan milyonların oylarının sonucunu belirleyeceği çaptaki bir seçimi, mahalle baskısı ile etkilemek mümkün değildir. Üstelik bu söylediğimizi geçmiş seçimlerin ve referandumların sonuçları da doğrulamıştır.
Bu önümüzdeki son seçim bir avuç insanın yaşadığı bir mahallenin muhtarını belirlemek için yapılsaydı, bugüne kadar kitlelerle hiçbir alış verişi olmamış bir ismin "Çatı Adayı" olarak sunulmasından belki sonuç alınabilirdi... Veya bir apartman yöneticisi seçilirken de, çatıdan gelen bir adayın seçiminde, komşuların baskısı etkili olabilirdi.
Bunlar ruh hastası olabilir mi?
Aslında kendilerini toplumun üzerinde ve doğal olarak dışında gören mahallelerin baskıcıları siyasetin değil, ruh hastalıkları uzmanlarının ilgi alanında dolaşmaktalar. Her öngörüleri yanlış çıkan, yurttaki ve dünyadaki hiçbir değişimi doğru algılayamayan ve küçük beyinleri ile büyük gerçekleri çarpıtan bu kesimler, Cumhurbaşkanının ilk defa halk tarafından seçilmesinin ne demek olduğunu da göremiyorlar.
Bazıları bunların hastalığına "Ego şişkinliği" teşhisi koymaktalar. Eğer gerçekten durum böyle ise siyasette ego şişkinliğinin, şişkin egoluların ve hatta ulusların başlarına neler açtığını tarih kitapları yazar.
Japonya deneyimi
Örneğin "Ego şişirme" operasyonlarını Japon militarist ulusalcıları, 1930'lardan başlayarak kitlelere dönük biçimde yaptılar. Japonların her ulustan üstün olduklarına, her savaşta her devleti yeneceklerine, gerekirse kamikaze pilotu olup intihar etmenin vatan görevi olduğuna inandırdılar Japon halkını... Böylece Çin istila edildi, Pearl Harbour baskını ile ABD'ye karşı savaş başlatıldı.
Sonuç, Japonya üzerine atılan iki atom bombası ile "Kayıtsız şartsız teslim" oldu.
Tarihten ve yaşananlardan ders alan toplumların siyasetçileri de, düşünce üreten odakları da, asla bireysel ya da sınıfsal ego şişirmelerini kolektif (veya totaliter) modele dönüştürmeyi denemezler.
Artık ders alınmalıdır
Aynı şekilde gelişmiş ve bilinçli toplumlarda da hiçbir mahallenin sakinleri "Biz diğer mahallelerde yaşayanlardan daha üstünüz ve daha akıllıyız" demezler.
Bu serüvenlerin dışında kalmanın temel güvencesinin, "Demokrasi", "Çoğulculuk", "Özgürlük", "Hukukun üstünlüğü" olduğunu artık herkes biliyor.
Egolarımızı şişirebiliriz. Ama bunu dünyaya, komşulara ve içimizdeki "Ötekiler"e dönük bir nefret operasyonuna asla dayamayalım.