Geçen hafta bile tarih olduğuna göre, geçen yüzyılda yaşanılanları hatırlayanlara "Tarihçi" mi demeliyiz?
Oysa "Geçen yüzyıl" dediğimiz zaman bunun kapsamında Osmanlı'nın çöküşü var, Cumhuriyet var, Atatürk var, çok partili demokrasi denemeleri var, Adnan Menderes var, askeri darbeler var, bitmez tükenmez rejim ve laiklik tartışmaları var.
Türkiye nasıl iki kıta arasındaki bir köprü gibiyse, bizler de iki yüzyıl arasındaki köprü konumunda değil miyiz? TBMM'deki kadınların giysileri üzerinde bugün çeşitlemeler yaparken, 1930'lu yıllarda erkek milletvekillerinin giysilerine getirilen şekil şartlarını hatırladık mı acaba?
O döneme ışık tutan kitaplardan biri de rahmetli Orgeneral Fahrettin Altay'ın anılarıdır. (10 Yıl Savaş ve Sonrası/ İnsel Yayınları, 1970) Bu kitaptan yine bir alıntı yapayım.
Milletvekili aranıyor
1931'de "2'nci Ordu Müfettişi" olan "1'inci Ferik Fahrettin Paşa Hazretleri"ne, şifreli bir telgraf gelir Halk Partisi Genel Sekreteri'nden...
Şöyle yazılıdır şifreli telgrafta:
"- Konya'dan bir çiftçiyi mebus yapmak kararındayız. Reisicumhur hazretleri (Atatürk) arzu edilen evsafta bir namzet bulunması işinin bizzat zat-ı devletlerine (Fahrettin Altay'a) havalesini irade buyurdular..." Org. Altay'ın anılarında, seçilecek "Çiftçi mebus"un nitelikleri şöyle sıralanıyor:
"- Namzet mütegallibe olmamalı, kimsenin adamı olmamalı, az çok arazi ve çift-çubuk sahibi olmalıdır.
- Namzet milliyetperver olmalı, her çeşit beynelmilel cereyana aleyhtar bulunacak, gerek Meclis'teki faaliyetinde, gerek meslektaşları ile temaslarında, daima bu vaziyetini muhafaza edecek, mutaassıp olmayacaktır."
Şifreli telgrafta Atatürk'ün çiftçi mebus için uygun gördüğü giysiler de şöyle belirtiliyor:
"- Meclis'teki hayatında hal ve vaziyeti ve kıyafeti esas memleketindeki gibi olacak, Meclis içtimalarına ve her yere kasketi, poturu ile gelecek, gündelik hayat ve yaşama tarzını değiştirmeyecek, yalnız merasim günlerinde herkes gibi frak, jaket, redingot giyecektir."
Böyle şartları şifreli telgraftan öğrenen komutan Altay, Vali'ye ve Osmanlı Bankası Konya Şubesi Müdürü'ne falan sorup, aday adaylarını saptar... Ve 1931'in Nisan ayında otomobili ile Konya köylerini gezip, milletvekili olacak çiftçiyi aramaya başlar...
Biraz okuyabiliyor
Ancak şifreli mektuptaki bir şart işi zorlaştırır. Bu şart şöyledir:
"-Yeni harflerle az çok okur yazar olacak ve bu hususta eksikliği varsa, Meclis'teki hizmeti esnasında tamamlayacaktır."
Milletvekilinin seçilerek değil aranılarak bulunması sürecinde köylü giysili bir genç Orgeneral Altay'ın yanına gelir ve kendisinin milletvekili olmak istediğini söyler. Altay bu genç köylüye "Yeni yazıyı öğrendin mi" diye sorunca "Öğreniyorum" cevabını alır. Bu cevap üzerine Altay yoldaki otomobilini gösterir...
Üzerinde "Konya" yazan plakayı okumasını söyler genç köylüye. Köylü plakaya bakar "Daha o kadarını öğrenemedik" der...
Uzak tarih gibi
Neticede Fahrettin Altay, Konya'nın bir köyünde, isteğe uygun bir aday bulur...
Onu Ankara'ya gönderir... O dönemlerde "Efendimiz" olarak nitelenen köylünün temsilcisi Mustafa Lütfi, iki dönem milletvekili olarak görev yapar Ankara'da.
Ancak Ankara'ya giderken arkadaşları ona elbiseler diktirdikleri için Meclis'e şalvarı, poturu ile girmez. "Kravatlı, silindir şapkalı, rugan ayakkabılı bir centilmen olarak" Ankara'ya gider...
Bu anıları okurken "Geçen Yüzyıl"ın ne kadar uzak ve ne kadar yakın olduğunu düşünmüyor musunuz? Siz de 1930'ları Cumhuriyet'in "Devr-i Saadet"i olarak görenlerden misiniz?