Herhalde çoğunuz David Lean'in yönettiği 1957 yapımı 7 Oscar'lı "Kwai Köprüsü" (The Bridge on the River Kwai) filmini görmüşsünüzdür.
Pierre Boulle'nin romanından beyaz perdeye aktarılan bu filmde, Japon kampındaki İngiliz esirlerin komutanı olan Albay Nicholson (Alec Guinness), kampın zalim komutanı Albay Seito (Sessue Hayakawa) ile anlaşma yapar.
Japon albay esirlere işkence yapmaktan vazgeçecek, buna karşı İngiliz esirler de Japon askerlerini Burma'dan Siyam'a taşıyacak demiryolu üzerindeki Kwai Köprüsü'nü inşa edeceklerdir.
Sonunda bu köprünün yapımı, Albay Nicholson'da saplantı haline gelir.
Artık onun için önemli olan Japonların bu köprüyü kullanarak savaşı kazanacak olmaları değil, bu köprüyü zamanında inşa ederek İngiliz disiplinini ve teknolojik üstünlüğünü kanıtlamaktır.
Hayatta da belirli durumların ve olayların, insanları gerçeklere yabancılaştırdığını görmüyor muyuz?
Kıbrıs'ın yansımaları
Bizim siyasal yaşamımızın son döneminde "Kıbrıs" buna benzer gelişmelere kaynak olmadı mı?
Örneğin Lozan'da nihai biçimde İngiltere'ye verdiğimiz Kıbrıs üzerinde Türkiye'nin hakkı olduğunu antlaşmalarla sağlayan iki siyasetçi Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu'dur.
Neticede Türkiye'yi sınırlar ötesindeki bir toprak üzerinde söz sahibi kılan Menderes ve Zorlu'yu idam etmedik mi?
1974 askeri harekâtı ile Kıbrıs'a müdahale edildikten sonra da, o dönem CHP-MSP koalisyonunun liderleri, askeri zaferi seçim zaferine dönüştürme kavgasında birbirlerine düştüler.
Ecevit Kıbrıs'a kalıcı bir çözüm üretmeye çalışmak yerine, "İlle de erken seçim"diyerek istifasını verdi o zamanki Cumhurbaşkanı Korutürk'e.
O koalisyonun Dışişleri Bakanı Turan Güneş'le Ecevit-Korutürk görüşmesi ertesinde buluşmuştuk.
Köy-kent hayali
Bana şunları anlatmıştı:
- Bülent Bey Korutürk'e istifasını verirken, "İki bakan yerlerinde kalmalı. Bunlar Dışişleri Bakanı Turan Güneş ile Köyişleri Bakanı Mustafa Ok'tur. Çünkü ileride Kıbrıs'ta köy-kentler kurmayı planlıyoruz" demiş.
Sonuçta Ecevit'in Kıbrıs fatihi kimliğinde girmek istediği erken seçim yapılamadı. Önce Sadi Irmak'ın azınlık hükümeti, sonra da Demirel'in Milliyetçi Cephe hükümetleri kuruldu.
"Kıbrıs Zaferi" ertesinde Amerikan ambargoları, Türk diplomatlarına ASALA suikastları ve içeride de amansız bir sağ sol kavgası ve anarşi geldi.
12 Eylül 1980 askeri müdahalesi de Ecevit'in ve Erbakan'ın "Kıbrıs Fatihleri" olmalarına bakmadan, onları yasakladı, hapse attı.
Bugün toprağa verdiğimiz Rauf Denktaş için "Kıbrıslı Türkler'in varlıklarının korunması" davası, ilk dönemde Kıbrıs'ın Türk iç siyasetindeki yansımalarından farklı bir olaydı.
Ama sonunda Denktaş da Türk iç siyasetinin bir parçası oldu.
Çözümsüzlük çözüm müdür?
"Çözümsüzlüğü çözüm" olarak gören anlayış, onun tutumunu da etkiledi.
Hasan Cemal dün Milliyet'teki yazısında bu dönemi şöyle özetlemişti:
"- 2000'li yılların başında, AK Parti'yle Erdoğan-Gül ikilisinin siyaset sahnesine çıkışıyla birlikte Denktaş Bey açısından işler değişmeye başladı Ankara'da. Erdoğan hükümetinin askerle kavgası ve AB yolundaki kararlılığı Denktaş Bey'le ilişkilerde yeni bir döneme yol açtı.
- Çünkü AB yolunun açılması demek, Türkiye'nin Kıbrıs politikasında değişim demekti. AB yolunun açılması demek, demokrasi ve hukuk çıtasının yükselmesi demekti. Asker, bu ikisine de karşıydı.
- Çünkü birinci sınıf demokrasi 'bölücü ve şeriatçı güçler'e yarar, Türkiye'nin 'özel koşulları' vardır diye düşünüyordu. Denktaş da askerle birlik oldu. Hedefleri, Annan Planı'nı torpillemek ve Türkiye'nin AB'den müzakere tarihi almasını engellemekti."
Görüldüğü gibi Kıbrıs da bir nevi Kwai Köprüsü gibi, bizim siyasetçilerimizi de olayın kendisine yabancılaştırdı.
Rauf Denktaş'a rahmet diliyorum.