Kendisine "Sevgili Lider" dedirten ve bu dünyaya hangi katkısı olduğu bilinmeyen bir adamın ölümü üzerine 7'den 70'e Kuzey Koreli'lerin hıçkıra hıçkıra ağlamalarına bazılarımız şaşırmıyor muyuz?
Aslında beyinleri yıkanmış kitlelerin bazen ideolojilere, bazen despotlara, çoğunlukla da "Güç"e tapınmalarının öyküsüdür geride kalan yüzyıl...
Gertrude Stein'ın "Harry's Bar"da Ernest Hemingway'e "Biz kayıp bir kuşağız" dediği 1920'li yıllarda, ülkelerinden göç edip Paris'e sığınan bunalımlı Amerikan aydınları, bir yerde Amerika'daki içki yasağını da Avrupa'da delmekteydiler.
Ama alkolden daha fazla bağımlılık yaratan ve Amerika'da olmayan bir şeye, yani doktriner ideolojilere takılacaklardı Avrupa'da.
Örneğin Gertrude Stein, "Mussolini- Franco- Hitler" üçgeninin bağımlısı olmuştu sonraki yıllarda.
Kayıp zamanlar
Ve neticede "Kayıp kuşaklar" o yüzyılda, sağın ve solun ideolojilerine takılıp, bazen öldüler, bazen öldürüldüler; çoğunlukla da dünyanın gerçeklerini kaçırdılar.
Şimdi kayıp kuşakların kaçırdıkları yitirilmiş zamanların kalıntıları, yeni dünyayı da eski ölçülerle anlamaya çalışıyorlar.
"Kapitalizm", "Emperyalizm", "Sosyalizm" gibi kavramların gölgesinde global ekonominin veya dünya siyasetinin krizlerini anlamaya çalışanlar hâlâ az değil.
Ya da "Kapitalizm-Sosyalizm" karşılaşmasının yerine "İslam-Hıristiyan" karşılaşmasını ikame edip, kendilerince yeni bir Soğuk Savaş üretmeye çalışanlar yok mu?
Türkiye 2'nci Dünya Savaşı'nın dışında kalmayı başardı ama sonunda kendisini Soğuk Savaş'ın tam orta yerinde buldu geçen yüzyılda.
Adı demokrasiydi
Adına "Demokrasi" dediğimiz ama yasaklarla dolu ve asker vesayetindeki bir siyasi rejimi hem anti-komünizm ve "Laisizm" (Laiklik değil) eksenine oturttuk, hem de kapitalizmin temel öğesi serbest rekabeti devre dışı bırakan devletçi ve müdahaleci ekonomiyi resmi ideolojimizin (Kemalizm) gereği olarak 1980'lere kadar sürdürdük.
Bu çember Turgut Özal'ın reformları ile ekonomide tamamen ve siyasette de kısmen kırıldı.
Tayyip Erdoğan liderliğindeki son dönemi ise siyaset üzerindeki askeri vesayetin büyük ölçüde kaldırıldığı ve "Serbest Pazar Ekonomisi"nin tartışmasız biçimde benimsenip uygulandığı bir süreç olarak yaşamaktayız.
Kim olacak?
Ama bu büyük değişimi anlayıp bunu geliştirecek projeleri üretmek yerine, kayıp kuşakların yitirilmiş yüzyılından aktarılan değer ölçüleri ile Türkiye'ye bakanlar hâlâ siyasette seslerini duyurmaktalar.
Örneğin "Bundan sonra Cumhurbaşkanı kim olacak" konusuna ilişkin tartışmalarda da bu eski anlayışın izlerini görmekteyiz.
Aslında bu sorunun cevabı çok karmaşık değildir.
Türkiye'nin bundan sonraki Cumhurbaşkanı da, mensup olduğu siyasi partinin çoğunluğa sahip bulunduğu halktan biri olacaktır!..
Türkiye ne Kuzey Koreliler gibi "Sevgili Lider", ne de 1930 ve 40'lardaki gibi "Ebedi Şef" veya "Milli Şef" arıyor.
Aynı şekilde sivil uzlaşmasızlığın sonucunda Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay, Fahri Korutürk veya Ahmet Necdet Sezer gibi siyaset dışı ve hatta sivil siyaset karşıtı bir cumhurbaşkanının Çankaya'ya çıkması da ihtimal dahilindedir.
Seçmen kimi isterse...
Bu durumda şu andaki muhalefetin ve özelikle CHP'nin "Cumhurbaşkanı kim olacak" tartışmalarına şimdikinden farklı yaklaşmaları aklın gereğidir.
Bu konuda söz sahibi olmak için öncelikle seçmen katında ve dolayısıyla TBMM'de güçlü olmak bir ön şarttır.
Sonra da kim Cumhurbaşkanı olursa olsun, devleti o temsil edecektir.
Çankaya'yı milletvekillerinin başı örtülü eşlerine yasak bölge ilan eden Ahmet Necdet Sezer'den sonra Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı olacağını, eski kafalarla bırakın tahmin etmeyi, düşünmek mümkün müydü yani?