Depremde yıkılan yapılar dolayısıyla "Sorumlular"ı ararken, geleceğe dönük önlemler üzerinde arayışları da başlatmamız gerekiyor.
Hızlı kentleşmenin yarattığı çarpık ve hatalı yapılaşma, devletin ve toplumun ekonomik gelişmesine bağlı olarak düzeltilecektir. Ama bunun bir anda gerçekleşmesi de mümkün değildir.
1999 depreminden sonra inşa edilen binaların eskilerine oranla depreme daha dayanıklı oldukları genel olarak kabul ediliyor.
Ama bunların oranı, dayanıksız yapılar karşısında pek yüksek değildir.
Örneğin İstanbul Anakent Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın Akşam'dan Nebahat Koç'a yaptığı açıklamalar, bu açıdan çarpıcı noktaları vurguluyor.
Bazı satırbaşlarını hatırlatalım:
"- Biz bugüne kadar 1 milyar 100 milyon liralık deprem yatırımı yaptık. Binalarımızı, viyadük ve köprülerimizi güçlendirdik. Arama kurtarma çalışmalarında insanın giremediği, kameralı araçlar olmak üzere teknolojik donanımlı araç gereç yatırımlarımızı yaptık.
Vatandaş ne yapacak?
- Ancak vatandaşlarımızın binalarını güçlendirmesi gerekiyor. Belediye olarak vatandaşın bireysel yapısına kaynak verme imkânımız yok. Kredi de açamazsınız. Dünyada böyle bir örnek yok. O yüzden vatandaş binasını güçlendirecek. Bunu da, güven duygusu içinde el ele yapmak istiyoruz.
- Deprem riski olan bir şehirdeyiz. Ciddi bir risk taşıdığımızın da farkındayız. Bu takdiri ilahi de değil. Tedbirini alacaksın. Hiçbir şey yapmadan bekle, bu yanlış. Vakit kaybetmeden en ideali olarak sunduğumuz çözüm olan imar artışından bir an önce yararlanılması lazım.
- İstanbul'da yaklaşık bir milyon 600 bin bina var. Bu binaların 1998'den öncekilerinin tartışılması lazım. Çünkü, İstanbul 1998'e kadar 2'nci deprem kuşağındaydı. Bu tarihten önce yapılan binalar ve taşıyıcı sistemleri de bu değerlere göre yapılmış.
Uzmanlar neredeydi?
- Deprem uzmanları şimdi çıkıp konuşuyor. 1998'e kadar nerelerdeydi bu uzmanlar? O zaman profesör, akademisyen değiller miydi? Niye çıkıp, İstanbul'un 1'inci deprem kuşağında olması gerektiğini söylemediler. O zaman deprem yok muydu?"
Kadir Topbaş'ın söyledikleri deprem riski taşıyan İstanbul gibi kentlerin gerçeklerini ve özel mülkiyet sahiplerinden beklenenleri yansıtıyor.
Burada ana sorun bu özel mülkiyet sahiplerinin mali güçlerine bağlı bir açmazın olmasıdır. Problemli bir binayı güçlendirmek ya da yıkıp yeniden yapmak durumunda olanların, bunun parasal kaynağını bulabilmeleri de aynı ölçüde ciddi bir sorundur.
Bankacılık ve kredi sisteminin bu soruna çözüm bulması gerekiyor.
Bir başka mesele de kamu binalarının yapım sistemine ilişkindir.
Sayın okurum Yusuf Zeybek'in bana gönderdiği mesaj bu soruna ışık tutabilir.
Aşırı tenzilatın sonuçları
Aynen aktarıyorum:
"- Sayın Barlas, ben dört ortaklı, ortakları mimar ve yüksek inşaat mühendislerinden oluşan bir inşaat firmasının müdürüyüm. Her depremden sonra hesap yine müteahhide kalıyor. Hiç kimse 'Yahu bu kadar ucuza iş verilir mi' demiyor. Devletin belirlediği bir metrekare maliyet fiyatı ve buna bağlı olarak yüzde 25 müteahhit kârı vardır. Son 10 yıldır yapılan inşaat ihalelerine bakın. Yüzde 50-55 tenzilatlar ile ihaleler yapılmıştır.
- Bu şu demek oluyor. Devletin belirlemiş olduğu metrekare maliyeti bile aşan tenzilatlar yapılıyor. Müteahhitlerin pek çoğu da kalfalıktan gelen insanlardır. Sonuçta bizim bilgimiz ve eğitimimiz yüzde 50-55 tenzilatlar yapmamıza yetmiyor.
Bu mesleği bırakmayı galiba düşünmemizin zamanıdır. Yusuf Zeybek." Bu mesajdan anladığım kadarıyla, kamunun inşaat ihalelerinde "Maliyet" ve "Kalite" öğeleri, "Fiyat" kadar ağırlıklı olmalıdır.