Sabahı öğleye bağlayan saatler... Başçarşı canlanmış, etrafı kahve kokusu sarmış, yağmur bulutlarını delip geçen cılız güneş ışığı vitrinlerdeki bakır cezvelere vurmaya başlamış...
Biz ille de çay demişiz.
İlk seferinde çaylar yerel zevke uygun olarak açık geliyor, biz uyardıkça yavaş yavaş renkleri tavşan kanına dönüyor.
Boşnakça, Türkçe, Müslümanca selamlaşmalar birbirini takip ediyor. Muhabbet sağlam.
O ara telefonum çalıyor. Açıyorum, acil bir konu değil. "Yurtdışındayım" diyorum; "dönünce konuşuruz!"
Ve birden "yurtdışı" sözü zihnimde karıncalanıyor. Yabancı, aykırı bir ses! Yanlış bir şey söylemişim gibi açıklamak zorunda kalıyorum: "Saraybosna'dayım da..." Telin öteki ucundaki arkadaşım hiç duraksamadan "Abi yabancı yer değil, Bursa havasını andırır, seversin" diyor.
Yerden göğe haklı!
Üç gün boyunca şehrin bazı noktalarında çocukluğumun Bursa'sına benzer bir atmosferle karşılaşıp tatlı bir baş dönmesi yaşıyorum.
***
Şu "
yurt" konusu üzerinde düşünmeye değer...
İnsan buralarda anlıyor: Bir yurdumuz varsa,
resmi kabullerimizin ve milliyetçi kibrimizin çok ötesinde bir coğrafyayı kapsıyor.
Yoksulluk, kahrolası acılar, etnik ayrımcılık Balkan Müslümanlarının "
derin Osmanlı yurdu"yla bağını koparamamış.
Dayatmacı komünist rejimlere bile ayak diremişler.
Fakat yükselen
liberal kapitalizmin vaatleri karşısında direnebilirler mi, diye sorarsanız, işte orası şüpheli.
***
Nasıl da ihmal etmişim, geciktirmişim Bosna'ya gelmeyi!
Hala Osmanlı kalabilen Başçarşı civarından Avusturya-Macaristan dokusunu koruyan Ferhadiye'ye doğru yürürken bunu düşünüyor ve kendime kızıyorum.
"Hasta" oldukları söylenen bu iki çok kültürlü imparatorluk yüz yıl önce dağılıp kayboldu da, ne oldu?
Geriye
hasta bir Avrupa kaldı.
Slavoj Zizek bu kaybın en büyük faturasının İkinci Dünya Savaşı olduğunu söylerken haklıydı.
Balkanlar'a gelince, Osmanlı'dan koptuklarından beri hiç huzur bulamadılar.
Bugün
Bosna'daki barış havası savaşın ağır yaralarının ardından
nekahat dönemi özelliği taşıyor.
Bir de siyasi ve ekonomik zorunluluklar var ama neresinden baksanız
yapay bir huzur sanki!
***
Bu güzel, içli, olgun ve küçük şehir üzerine anlatılacak çok şey var elbette!
Fakat sanırım en iyisi benden okumak yerine bir fırsatını bulup gidip görmek olur.
Sonra biliyorum, "bir kez içerseniz bir daha gelirsiniz" denen
Gazi Hüsrev Bey Camii'nin yanındaki çeşmenin suyundan tatmış olmasanız bile, tekrar tekrar bu şehre dönmek isteyeceksiniz.
İstanbul gibi devasa ve hoyrat bir metropolde yaşamanın ruhta açtığı yorgunluk da bunda rol oynuyor.
Saraybosna ve civarı bu yorgunluğa en iyi ilaç!
Ah, bir de Mostar var tabii!
Fakat o muhteşem güzelliği kelimelerle anlatmak mümkün mü? Bunu benden beklemeyin!