"Sus, konuşma!" denir hep, "sen karışma!" Böyle büyürüz.
Dudağımızı ısırarak, dilimizi tutarak, içimizde biriktirip sözü hep öteleyerek büyürüz.
Sonra da "susmasana, dilini mi yuttun"lar başlar. "Susarsan, sen de suçlusun" baskısına kadar uzar gider iş.
Oysa başka susmalar da vardır.
Güzel duruşlar, sözü şiire döken suskunluklar vardır.
Boyun eğmeyen ama bir süreliğine de olsa "buralar"dan çekip gitmeyi tercih eden bir zihnin süt liman sessizlikleri hani...
Ben şu sıralarda çok özlüyorum o sessizlikleri.
***
Günler zaten hızlı.
Düşüncelerimiz de gövdemiz gibi koşturup duruyor.
Tartışma şiddeti sohbeti yeneli; gürültü, müziği bastıralı çok oldu.
Laf sokmalar, aşırı imalar, gaddar dobralıklar, sahte iddialar dünyasının orta yerinde ayakta kalıp "
doğru"yu savunma çabasını canı yürekten anlıyorum.
Fakat bir yandan da...
Bütün incelikleri törpülenmiş ve
güncel siyasete endekslenmiş bir konuşma şehvetinin bizi içten içe hırpaladığını görüyorum.
Ritim, melodiyi öldürdü!
Bütün bunlar geçtiğinde, ortalık sessizleştiğinde kimse birbirinin
iç çekişlerini işitemeyecek diye korkuyorum.
***
Mutlak sessizlik yoktur.
Tersine,
sessizlik dediğimiz şey,
hakikaten işitebilmektir.
Kuşların ötüşünü, minik dalgaların kumsala dokunuşunu, ateşin çıtırtısını, uzaktan gelen sis düdüklerini işitebilmek...
Ara ara sessizlik gerek bize.
Azıcık da olsa...
Yalnız kulak için değil, dil için, zihin için de sessizlik gerek.
Yoksa, bunca gürültü patırtı içinde, böyle boğaz boğaza ne "
dost bahçesinin bülbülü" olunur, ne de "
bülbül" duyulur.