Acı çekmekten öyle korkuyor ki, herkesle iyi geçiniyor ama kimseyi sahiden sevemiyor.
***
Sözler, sözler, sözler... Jestler, mimikler, işaretleşmeler... Telefon açmalar, kısa mesajlar, mailler... Bir türlü anlaşamıyoruz.
Aramıza iletişim giriyor.
***
Gerçeği kabullenmek zorundayız: Manevi bir hayatın yerine
maneviyata inançla, ahlaklı bir hayatın yerini
ahlakçılıkla idare edebileceğimizi sanıyoruz ama nafile!
***
İnsana en kötü otel odalarını bile sevdiren, sinema salonlarıyla sıkı fıkı bir arkadaşlık kurduran, işten eve varınca düğün bayram ettiren
o sırılsıklam yağmurlar nerede? Meğer benim gibi güneşe âşık biri bile özlermiş yağmurları...
***
Yaşları 50'lere varmış bir grup kadın. Kafede yanımdaki masada oturuyorlar.
Zinde, şık ve bakımlılar. Ama yüzlerinde garip bir yorgunluk var. Hepsinde 100 yaşındaymış gibi bir ifade. Çok geçmeden anlıyorum:
Yarış yorgunluğu bu! Ağır rekabet ve haset yorgunluğu.
Çocuklarını, eşlerini, kendilerini yıllardır başkalarıyla ve başkalarının çocuklarıyla, eşleriyle yarıştırmanın yorgunluğu...
***
Şımarık umut, mızmız umutsuzluk... İkisi de aynı kökten filizleniyor. "
Şimdiki zaman" karşısında körlükten...
***
Önümdeki kamyon bütün araçları trafik kurallarına aldırmaksızın hızla solluyor.
Böyle durumlarda içimden kızgınlıkla söylenir dururum ya, şimdi gülümsüyorum.
Çünkü kamyonun arkasında şöyle yazıyor: "
Sakın beni takip etme, kayboldum."
Az sonra koyu bir hüzün gelip yerleşiyor içime.
***
En güçlü uyarıcı:
Endişe. En güçlü uyuşturucu:
Kayıtsızlık. İkisinin de sonu felaket!
***
Bazen tek bir şey istiyorum... Bir ikindi vakti uzun yoldan gelip
yeni serilmiş ak pak çarşafların üzerine uzanıp yastık altlarından sızan lavanta kokusunu içime çekerek yavaş yavaş eriyip yok olmayı...
( NOT: Yine zamanı gelmişti. Kimisi 2008'den, kimisi geçen yıldan bazı notları yeniden gözden geçirip yazdım. Tanıdık gelirse, şaşırmayın!)