(Bu Pazar günü gazetede köşemin bulunduğu sayfa reklamla kaplı. Gazetelerin editoryal yönetimleri henüz "internet devrimi"ne ayak uydurmakta ve internettin sonsuz olanaklarıyla basılı gazete arasında bir denge oluşturmakta zorlanıyorlar. Ben de bu durumda yazılarımı sabah.com.tr'den takip eden okurlarım için 2008 ve 2009 yıllarında çıkmış Pazar Notları'mdan bir seçme yaptım. İyi pazarlar… )
Gece yarısı açık bir fırın görünce durup sımsıcak bir ekmek almak… İlaç gibidir. Dünya bir anda ekmeğin orta yeri gibi ak pak ve sımsıcak bir yer olup çıkar!
***
"İçimizdeki çocuk" diye bir şey uydurduk, suyunu çıkardık!.. Oysa o çocuk dışımızda! Koskoca adamların şımarıklığına, mızıkçılığına, arsızlığına, etrafı sürekli kırıp döken yaramazlığına, sıkışınca "dayı"larına sığınmalarına baksanıza...
***
Birini sevmek, ana dilini bırakıp yabancı bir dil konuşmaya çalışmaktır; sevgilinin "dil" ini...
***
Popüler medyada sürekli "aşkın sorunları"ndan söz açılıyor. . Oysa aşkın değil, beraberliklerin, flörtlerin, evliliklerin "sorunları" olur. Aşkın yaraları vardır.
***
John Berger aşıkların içinde hükmünü sürdüren arzunun bir an şöyle bir teklifte bulunuverdiğini söyler: "Yok olalım!" Evet! Gerçekten de öyledir. Aşkın en ateşli döneminde, arzu fısıldar sürekli: "Bırakalım bunları, yok olalım! Bu dedikoducu aydınlığı, bu gözaltı dünyasını terk edelim!"Sonra bir gün gelir, bütün bunlar geçip gider. İlişkinin düzeni aşkın isyankârlığını yener.
***
Kadın erkeğe "biraz içten ol" diyor. Bir "iç"i yok ki erkeğin, gerçekten içten olsun!
***
Kadın, erkek şefkatli olsun istiyor. Erkek bu isteğe uyuyor. Bir süre sonra ikisi de acı gerçeği fark ediyor: Şefkat kalın bir battaniye gibi! Çok sıcak tutuyor insanı fakat altında sevişilmiyor!
***
Kadın sevdiği tarafından anlaşılmak istiyor. Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor. Günler gecelerce kendini anlatıyor... Bir sabah yanında bir sevgiliyle değil, bir dostla uyanıyor. Artık çok geç!
***
Gündüzler gevezedir. Fakat anlattıkları ne varsa, hepsini gece anlarız.
***
Bir deli zeytinin altında hayallere dalmışken sıcağın nasıl bastırdığını, böceklerin bile yuvalarına kaçtığını fark edemeyen; ev ahalisi bunaltıcı sıcaktan baygın düşmüşken odasına çekilip çölde geçen romanlar okuyan o çocuk... Çok gerilerde kaldı artık! Hatıralarım bile o çocuğun yanı başına kadar zor uzanıyor! Ama gerçek şu ki, hâlâ o çocuk gibi aşkla seviyorum sıcak yaz öğlelerini...
***
Öğle vakti... Kıyıda suyun altında bembeyaz bir taş parıldıyor. Dalgayla hafifçe kayıp yerinden oynuyor... Sonra bir daha, bir daha kıpırdanıyor.... Sanki bu minicik taşın içine evrenin neşesi sığışmış! Onu seyretmek bir tür dua, bir vecd hatta!
***
Birazcık vicdan diye yalvarıyor hayat hepimize! Çölde "su!" diye yalvaran biri gibi...
***
Ama vicdana da o kadar güvenmemeli! Etrafımız hep kalabalıksa ve hiç yalnız kalamıyorsak; aşırı mantıklıysak; bir yere, bir kimliğe, bir ideolojiye kökten bağlıysak... Vicdanımız susmanın eşiğinde demektir.
***
Alçaklığın evrensel tarihi upuzun fakat tanımı kısacıktır: Güçsüzleri hor görmek, güçlülere tapınmak!
***
Beklemek azar azar ölmektir, derler. Yanlış! Kavuşmaktır azar azar ölmek.