Lobi upuzun bir camın önünde uzanıyor.
Canı sıkkın işadamları, yorgunluktan tükenip odasına kadar çıkamayıp oradaki bir koltuğa çökmüş turistler falan yok ortalıkta.
Sadece tek tük tanıdıklar dolaşıyor. Neden oradalar anlamıyorum.
Camın ardında masmavi bir gökyüzü var. Göz alıcı parlaklıkta! Neredeyse olağandışı bir mavi.
Resepsiyondaki güler yüzlü genç kız anahtar kartımı uzatıyor.
"Odanız hazır Haşmet Bey" diyor; "yarına kadar istirahat edebilirsiniz!"
Tuhaf bir şaşkınlığa düşüyorum.
Pardon, diyorum, neresi burası?
Kız çok bilmiş bir edayla "Dünya" diyor. "Dünya oteli!"
***
Bu rüyayı son zamanlarda sık görüyorum. Çok küçük değişikliklerle tekrarlanıyor.
Her uyanışımda "uyumadan önce yine
TravelChannel'de tasarım otelleri belgeselini izledim ya, ondandır" diye geçiştiriyorum ama "
Dünya oteli" mecazı da pek manidar. Hem "
yarına kadar" ne anlama geliyor ki! Hayırdır!
Kaldı ki, benim otellerle başka bir yakınlığım var.
Nihayetinde
ömrünün en garip ve güzel yıllarından birini otelde geçirmiş, orayı
ev bellemiş biriyim.
O yüzden,
insanın dünya hayatının bir oteli, bir otelin dünya hayatını andırması ne demektir, bilirim.
İkisinde de hayat gerçektir ama bir o kadar da "
uçucu"dur! O kapıdan girdiysen gün gelir çıkar gidersin. Senin değildir orası! Hissettiğin
rahatlık yanıltıcıdır; estetiği ömrüne bir süs olmaktan öteye anlam taşımaz.
***
Otel dedim de...
Şimdi
Teoman'ın "
Renkli Rüyalar Oteli" şarkısı çalsa da, dinlesek ne güzel olur, değil mi!
Ne diyordu şarkı: "
Bu otel güzel, adını sevdim/ orda öyle yerlerime dokun, dokunmadığı kimsenin."
Otel adı deyince de, ah!
Edip Cansever'in o unutulmaz şiiri gelir akla: "
Adını Funda Oteli Koy."
Şöyleydi...
"
Adını Funda Oteli koy/ Gelip geçen bir yazın."
Bakalım bu önümüzdeki yazın adı ne olacak? Neyse, daha çok var, bunu yaşayıp bilmeye!